22 Aralık 2012 Cumartesi

Okul Projesi ve Düşünceler

Merhaba Moronitanyalılar,

Uzun zamandır yazamadım, çünkü bazılarınızında bildiği gibi bir okul için hazırlıklar yapmaktayım. Bugün size bunun hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

Bu okulu ben ve benim gibi altruistler hazırlamakta. Bu okulun esas amacı insanlara insan olmayı öğretmek. Basit ve mantıklı filozofiler doğrultusunda gelişmeyi ve anlamayı sağlamak. Bu filozofilerden en önemlisi blogdada sürekli belirtmekte olduğum "ne ekersen onu biçersin" modelidir. Bir diğeride "yaşa ve yaşat" tır. Bu nasıl bir okuldur diye soranlar için.... bu okul; duvarları cezaevi gibi 5 metre yüksek ve dikenli tellerle çevirlip ilerde toplama kampı olarak kullanılamayacak bir tanedir. Bu okul gerçek manada hayatı, evreni ve döngüleri anlamak isteyenler içindir. Bu okul nedenleri değil, nasılları öğretmek için kurulmakta. Gerçek "nasıl" bilgileri, öğrenenlerin ne yapmak istediklerine fikir sunacak ve daha ne öğrenmek istediklerini bilmelerini sağlayacak. Eş zamanlı realite kodu öğrenimi ve doğrudan pratiklerle ezber denen şeye ihtiyaç olmayacak.

Ben bu okulu türkiyede değil asyada kurmaktayım. Çünkü türkiyede bu tarz okulların açılmasına izin verilmiyor! Müfredata uygun olmadığından ve çocuklara otoriteyi sorgulamayı öğrettiğinden dolayı, bu tip okullara terörist sığınağı, din düşmanlığı aşılama merkezi, anarşist yada marxist düşünce aşılama ocakları olarak bakılıyor. Tabiki daima dediğim gibi koyunlar ne ise odur ve onları değiştirmek gibi bir niyetim yok. Ancak arada kaynamakta olan cevherler var - işte onlara gerçek bir şans tanınmalı ve yolları açılmalı.

Bir kaç ay evvel türkiyedeydim ve etraftan gördüklerim duyduklarımı aktarayım önce! Gezdiğim bölgedeki okulların neredeyse hepsi demir parmaklıklarla çevirlmiş, bazıları parmaklıkların üzerine cam kırıkları yada dikenli teller yerleştirmiş. Çoğu okulun camları yarıya kadar boyanmış, ki böylece kimsenin dikkati aldıkları doktrinasyon esnasında dağılmasın. Neredeyse tüm öğrenciler zorla gibi görünen servis araçları ile evlerine bırakılmak zorundalar. Dijital eğitiminde çocuklardaki yaratıcılığı nasıl yok ettiğinden bahsetmeyeceğim. Almışlar ellerine Ipad yada Android aletleri, bunlarla birşeyler öğrendiklerine inandırılıyorlar. Bu tip zırvalar sadece okul denen doktrinasyon merkezlerini çekici kılmak için yapılan propagandadan başka birşey değildir.

Bir başka şey ise ebeveynlerin davranışları.... hangi babayı dinlediysem aynı şeyi söylüyorlar: çocuğu televizyonun karşısına koymadan rahat edemiyorsun. Cartoon Network'u açtığın gibi susup baka kalıyorlar. Çalışan ebeveynler çocukları devletin kreşlerine bırakıp işe gidiyorlar... (bu kreşler ve kullanımı her sene dahada artmakta!) kısaca devlet her yönden yeni üniteleri gereksinimi karşılayacak şekilde programlıyor. Beta nesli tam olarak şu anda programlanmakta! Onlarıda hangi neslin takip edeceğini merak edenlere sadece "gamma" salakları diyorum!

Türkiyenin şuanki durumu bana neyi hatırlatıyor biliyormusunuz? Nazi zamanlarını! Boşverin Kurtlar Vadisi gibi zırvaları, gelin size avusturyada iken hitlerin neler yaptığından bahsedeyim. Belki böylece eldeki tarih kitaplarının eksikliğini ve tarihin nasıl tekerrür ettiğini görürüsünüz!

Öncelikle hitlerin almanyadan avusturyaya tank ve toplarla girdiğinden bahsedilir. Aslında hitler ekonomik olarak çökmüş olan ve işsizlik oranı tavan yapmış bu ülkeye seçim sandığından %95 civarı oy alarak girmişti. Zorla değil, teşvik ile! Neden %95 civarı? Tıpkı AKP seçilirken koyunların kafasına yerleştirilen "onlardan başka kim varki?" düşüncesinden dolayı! Hitler çözümün kendisi idi ve halkta bunu onayladı. Halk bankalara borçluydu, banka faizleri %25'i bulmuştu ve enflasyonda %25 civarlarında idi. Hergün işyerleri ve çiftlikler iflas bayrağı çekmekteydi. Sorun insanların çalışmama isteği değil, yapılabilecek bir işin olmamasıydı.

Almanyanın gidişatına imrenen halk hitleri sevgi gösterileri ile karşılamıştı. Avusturya halkı nazilerin temizlik operasyonlarından habersiz olarak üzerlerinde uygulanan propagandayı yemiş ve hitleri başa getirtmişti. Birkaç günlük eğlencenin ardından yeni hükümet işe koyulmuş ve aşevleri açıp aç halkı doyurmaya başlamıştı. Yaklaşık bir ay sonra işsizlik neredeyse ortadan kalkmıştı. Hitler aynı zamanda kadınlarında çalışması gerektiğini savunmaya başlamıştı. Evlendikleri için işlerini bırakan kadınlar devlet tarafından tekrar eski işlerine geri çağrılmaya başlandılar.

Okulda çocuklara din dersi verilmesi yasaklandı ve duvarda asılı haçların yerini hitlerin resmi ve nazi swastikası aldı. Dini ilahiler okumaktansa "Almanya, almanya.. sen en üstünsün" gibi şarkılar söylenmeye başlandı. Pazar günleri gençlik günü olarak ilan edilip, tüm gençlerin katılmaları zorunlu kılındı. Çocuklarını yollamayan aileler önce uyarılır, eğer sorun devam ederse yaklaşık 500TL lik ağır bir ceza ödemeye maruz kalır, sorunun tekrarında ise hapis cezasına mahkum edilirlerdi.

1939 yılında savaşın başlaması ile beraber gıda bankaları oluşturulmaya başlandı. Buradan yiyecekler ancak gıda fişleri ile alınabiliyordu. Çıkarılan yeni kanunlarla full-time çalışanlara rasyon kartları verilecekti. Yani bir işiniz varsa rasyon kartınız ve buna bağlı olarak gıda fişiniz ve yiyeceğiniz vardı. İşiniz yok yada çalışmıyor idiyseniz fişiniz yani yiyeceğinizde yoktu - kısaca ölüme terk edilmekteydiniz. Buna bağlı olarak birçok kadın erkeklerin yapabileceği ağır işlere girmeye başladı. Kadınların çalışmaya başlaması ile devlet kreşler açmaya başladı. Yaşlarına bakılmaksızın, bu çocuklar 7/24 devlet bakımı (doktrinasyon) altında idiler. Ebeveynlerin çocuklarla ilgilenecek vakitlerinin olmaması nedeniyle koskoca bir jenerasyon devletin istediği şekilde yetiştirilmiş oldu. Çünkü çocukları yetiştirenler ebeveynleri değil çocuk psikoloji uzmanları idi.

Hitler sağlık sistemini sosyalleştirdiği ve bedava kıldığı için doktorlar devlet maaşına bağlanmıştı ve artık herkes her ne sorunları olduğunu zannediyorlarsa doktora koşuyorlardı. Bu yüzden cerrahi bir operasyon için neredeyse bir-iki yıl beklemek gerekirdi. Devlet eldeki tüm parayı ilaca yatırmaktan araştırmaya fon ayıramıyordu. Bu yüzden eldeki tecrübeli uzman doktorlar ülkeyi terk etmeye başladılar ve geriye sadece pratisyen (yani deneme yanılma yöntemi ile iyileştirdiğini zannedenler) hekimler kalmıştı. Sağlığa bu kadar para akması halkın gelirinin %80 kadarının vergi olarak alınmasına neden olmuştu.

İşyerleride yeni kurulan bürolar vasıtası ile kontrol altına alınmaya başlandı. Standardlar koyulmaya başlandı. Mesela mekanlara kare değil yuvarlak masa konulmalıydı, olurda biri köşeye çarpıp canını yakabilirdi. Mutfak şöyle olmalı, lavabo böyle olmalı diye kurallar uygulamaya konuldu ve uygulayamayanların işyerleri kapatıldı. Çiftliklerede giden bu görevliler çiftçinin elinde neler olduğunun listesini çıkarıp neyi nasıl üretmesi gerektiği konusunda direktif verirlerdi.

Sakat kişiler yeni bir eğitim sistemi adı altında toplanıp ötenazi kamplarında yok edilirlerdi. Ailelerinide birer taziye mektubu yollanırdı.

Sonralarda artan şiddet olayları nedeniyle silahların kayıt altına alınmasıyla suçluların daha kolay bulunabileceği balonuna inanan herkes bürolara gidip silahlarını kayıt ettirdiler. Kayıt işlemlerinin bitmesinin ardından devlet herkesin silahlarını yakındaki polis karakoluna bırakmaları gerektiğine dair bir kanun çıkardı. Getirmeyenlerde cezalandırıldı.

Özgürlük geçmişten bir esintiydi. Kimse otoriteyi sorgulayamıyor yada baş kaldıramıyordu. Deneyenler, ister bakan, isterse rahip yaka paça paketlenip götürülürlerdi.

Bu düzen o halkın başına bir anda gelmedi! Bu gidişat yaklaşık 5 yıl kadar sürdü ve yavaş yavaş halk herşeyini kaybetti.

Bu yazdığım şey hikaye değil! Tarih kitaplarındanda alıntı değil... doğrudan avusturyalıların kendi ağızlarından. Buna gerçek tarih ve günümüzle karşılaştırıldığında, aynı şeyin tekrarı denir. Yukarıda yazılan herşeyi günümüz türkiyesi ile kıyaslayabilirsiniz... bulacağınız farklar var ancak yinede hepsi aynı şeyin farklı bir versiyonundan ibaret olacak. Bunlar acı gerçekler. Bu tekerrürler ilk defa olmuyor.... belkide 50 kere aynı şeyler gerçekleşti. İnsanlar daima artacak ve azalacak. Bu azalma ister doğal ister insan elinden olsun, sonuç olarak düzen bu! Denge sağlanmak zorunda.

Hatırlayan varsa hayırseverler Svalbard adasına bir tohum deposu yerleştirdiler! Çünkü yine denge kurma zamanı yaklaşıyor. Bu depo türünün ilk örneği değil, sonuncusuda olmayacak.

İşte bu yüzden, sadece tohumlar değil insanlarda orjinalliği barındıracak şekilde bilgilendirilmeli ve onu korumalıdırlar. İşte okul denen şeyin esas görevide budur: bilgiyi korumak ve doğru şekilde kullanılması için zemin hazırlamak. Edinilen bilgiler pratikte kullanılamıyorsa, bunların hiçbir değeri yada önemi olmaz. Bu yazıyıda müşteri toplama amaçlı bir reklam zannetmeyin! Bu tip bir okul zaman gerektiren bir işlem ve hemen yarın dikilmiş olacak değil. Ancak hazır olduğu zaman, ne için kurulmuş olduğu görülebilecek.

Şuanda ve ileride türkiyede baş gösterecek olan yeniliklerin kimin suçu olduğunu sanırım zaten artık biliyorsunuz: halkın kendisi! Naziler zamanında ABD ye gidip aynı doktrinasyonu oraya yerleştirdiler ve türkiyede ABD yi takip etmekte pek gecikmedi. Bu gidişatları görmek için astrofizik profesörü olmaya gerek yok, sadece tarihi gidişat şablonu yapmanız yeterli, böylece ne için ne kadar zamanınız var görebilirsiniz. Sakın unutmayın, tıpkı hitler zamanındaki gibi, hiçbirşey zorla düzene sokulmayacak - daima teşvik edilecek ve yenilikleri kabullenmeye alıştırılacaksınız. Finaldede bunların olacağını birilerinin söylediğini hatırlayacaksınız, o zamanda zaten artık birşey fark etmiyor olacak. Ütopya denen şey daima başlangıcın kendisidir, distopya ise ütopyadan arta kalandır.

Ne zamandan beri okulda çocuklara başörtü dağıtımı "normal" karşılanıyor?
Ne zamandan beri banka reklamlarında hayvanların insanlara akıl vermesi normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri "bizi twitter/facebook tan takip edin" sloganı normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri evdeki yada eldeki demirden eşyaların yerini plastik yada aluminyum alaşımlara bırakmak normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri belli bir süre sonra bozulacağını bildiğiniz şeyleri almak normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri cinsel taciz cezasının tecavüz etmiş olmaktan daha yüksek olması normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri fişlenmiş olmak (vatandaş no) normal karşılanıyor?
Ne zamandan beri parmak izi yada damar izi vermek normal karşılanıyor?
........

Dahada devam edebilirim ancak konuyu uzatmaya gerek yok... sanırım ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur. Konuyu dağıtmadan sadede gelmeliyim. Bu okulda normal hiçbir devlet okulunda öğretilmeyenler öğretilecek. Bu okul insanların hayvanlar gibi eğitilip ehlileştirilmesi için değil, sadece öğrenmeleri ve doğrudan uygulamaları için. Bir düşünün, kaç tane baba çocuğunu alıp nasıl avlanıp öldürmesi gerektiğini, yakalanan avı nasıl yenecek duruma getireceğini öğretiyor? Kaç tane ebeveyn çocuğuna acil durumlarla ilgili kendi bilgilerinin derlemesi olan bir bütün sunuyor? Nasılsa herşey Nat-Geo da gösteriliyor yada Vikipediada yazıyor değilmi? Kaç tane babanın çocuğu için gerçekten zamanı var artık? Kaç tane ebeveyn çocuklarının okulda ne öğrendiği ile gerçekten ilgileniyor? Tüm bunların göstergesi bölünme işleminin işe yarıyor olduğunun tasdiki. Bu nedenle bazı değerleri korumak için elit kesimin koyun kesimden ayrıştırılması ve gereken öğrenimi alması kaçınılmaz oluyor. İşte bende bunu yapıyorum! Buna ister ırkçılık densin, isterse ayrımcılık.... hiçbiri umurumda değil, çünkü düşünebilen herkes kaçınılmazın nasıl olabileceğini görebilir.






Yaklaşık 3 gün boyunca internette olacağım ve sorusu olanlarınkini cevaplamaya çalışacağım.



Bir sonraki Başbakan!

9 Ekim 2012 Salı

Her şeyi biliyoruz değil mi?

 Kalemi eline almak öyle bir şey ki! Bazen her şey fazlalık gelir, sadece susman kafidir. Herkesin bildiği yada bir şekilde bilebiliceği şeyler ifade etmenin gereksizliğini hissedersin de kendini tutamazsın. İşte öyle bir evredeyim...

 Şu aralar yaşadığım yeri değiştirdim, yaşamımı nizama soktum. Buraya gelmeden önceki beni tasvir etmek istiyorum. İnsanlardan garip bir nefret, tiksinti duyuyordum. Yapım gereği duyarsız biriyim (bir tür korunma mekanizması olabilir), aynı zamanda hep değer biçeceğim bir şeyler aradım. Dışarıdaki hayatla öyle ilgiliydim ki, kendi bahçemi ekmeden yeni bahçeler arıyordum. Bazı şeyleri açık seçik gördüm, kalabalık halk kitlelerinin o yüzeyselliğine inat ben derine daldım. En derinde o sarsılmaz diye ilan ettiğim tahtımda olanı biteni seyrettim. En azından ben öyle sanmışım, duyarsızlığımı katı bir bencillik ve hiçlikle perçinliyordum. Yaşam aracımı artık amacım haline dönüştü. Saplantılı bir şekilde bilginin peşinde koşuyor, diğer taraftan gündelik gerekliliklerimi yerine getiriyordum. Yetişmem gereken bir doruk varmış da ben varamadan un ufak olacak hani.

 Gelelim buraya geldim de ne oldu? Öncelikle bir yakınımda (yakından daha yakın) kalıyorum. Gerçek bir ''aile''nin yanında. Doğamda olan dağınıklı beni toza çevirmeye yakın olan şu dönemde ''dirilttiler''! Kafamdaki bazı paslanmaya yakın şeyleri gıcırdattılar. Hep olgun olmadığımı, zekam, bilgim ve algım olsada bir şeyin eksik olduğunu biliyordum. Tecrübe!

 Yeri gelir insan öyle bir an yaşar ki, hayat öyle bir tokat patlatır ki yüzüne... O kızarıklıklar hayrkırır, '' daha olmadın evlat!''. Hepimiz yeri geliyor insanları yargılıyoruz, evet insan diyemeyeceğim o kadar çok ne idüğü var. Ben şurada yanıldım, bazı kıstaslar koyup mavi yada kırmızı etiketler yapıştırdım herkese. İlk görüşümde artık herkes kırmızı etiketli gözükmeye başladı gözüme. Eniştemle geçen bir konuşma yaşadık, ondan önce bir kaç kez şaka ile karışık laf soktum. Ben biliyorum ya! Hiç ses etmedi, en son marketten elinde cam şişe ile gelince ben ''ah şu medya!'' dedim. Halbuki zamanında cam kullandığını hatta topraktan çömlek kullandığını falan anlattı. Şimdi plastikler daha pratik fakat toprak kadar iyi değil vb benim bildiğimden daha fazla bilgiye sahip olduğunu gösterdi. İnce adamdır kendisi, hiç ezmeden anlattı. ''Ben senin geçtiğin yerleri geçeli çok oldu.'' dedi. Gençlerin biraz bilgi görüp, biraz da şakşakcı topladığında nasıl kendini bilge sandığını anlattı. Bu olayın üstünden bir kaç gün sonra uzun uzun konuştuk. Ben vardığım yeri anlattım, epey şey anlattı, aklımda kalan bana göre önemli şunlardı:
-Bilgi her şey değildir, bilgili adamlar gördüm insan diyemezsin.
-Ben herkese 100 puan veririm, tanıdıkça artar yada azalır. İnsanlara elimden geliyorsa yardım ederim, belki şu adam içiyor karısını çocuğunu dövüyor, bilemeyiz, arabası yolda kalsa bir el at dese atarım belki soygun yaptı fakat bilmiyorum. Arabayı itmekle bir yerim eksilmeyecek. Tabi bu demek değil ki iyilik meleği ol, önlemini alacaksın her zaman. Herkese o fırsatı ver, ön yargılı yaklaşma.
-Ne adamlar gördüm eline alıp bir kitap açmamıştır ama kaç tane kitap bitiren adamdan akıllı mantıklı konuşurlar, yaşarlar.
-Hani böyle yük taşıyan eşekler var ya! onlardan olma.
-Yaşamında değerlerin olsun, yoksa savrulur durursun. Bütün değerlerini askıya asıp bakabilmeyi de bil.
-Bir şeye inanıyorsan neye inandığını çok iyi bilmelisin.

Kendisi felsefe eğitimi almıştır ve mesleği gereği yıllarca zibilyon tane insan görmüş, yetiştirmiştirdir. Filozofik adamdır vesselam. ''Bildiklerini yaşadıkların karşılaştır, dedi Suphi'' demiş Ahmet Kaya. Bildiklerini yaşadıklarınla...

Toparlayacak olursam, alın birini karşınıza. Aklı başında biriyse Aristo olmaya gerek yok, gerekli soruları sorun. O da belirli bir kesimin diğer insanlara hükmettiği fikrine ulaşılır. İnternette 7/24 ''ifşaat'' yerlerde takılmaya gerek bunu bilmek için. Eeee? peki ne yapacağız, bütün insanları kollektif bir güç haline getirip değişikliği sağlayamayacağımız ortada. ''Önce kendini düzelt!''. Bunca zamandır bu öğreti yaşıyorsa vardır bir değeri demek ki! Daha bağımsız yaşamanı elde edememiş insanlar başkasının bahçesinde ağaçlar taslıyor.
Hani şimdiki gençlerin elinde internet, istedikleri şeye ulaşıyorlar annelerinden babalarından daha çok şey bilip, daha çok şeyle ilgileniyorlar ya. O bilgilerin çoğuna çöp yada olmasada olur diyebilirsin fakat bir annenin yada babanın bildiği yaşamsal pratiklerdeki tecrübeler için bunu diyemeyiz. Bir gün gelir öyle sıçıp batırırsın ki, öyle basit bir şeydir ki. O zaman tecrübeye kulak vermediğin için yakınırsın. Burada ''insan'' dan bahsediyorum elbette, bir sivri zekalı çıkıpta yeaa moruk boş versene bu babane nasihatlerini demesin. 

 Son olarak insan ilişkilerindeki giderek mükemmel ve kusursuzluk anlayışı var ya, hikaye! Hepimiz insanız, size aşılanan insanlar gerçek değil! Olmayanlar insanları kıstas alarak kendi kendinizi mutsuz ediyorsunuz sadece. Zordur zor doktrinleri atmak. Öyle bir nesil yetişiyor ki günümüzde, aşırı dolu aynı zamanda aşırı boş! Günümüz insanı biliyor ama anlayamıyor.

Not: Geçen bir tane hür masonlarla ilgili bir kitap okudum. Tamam mistik ve gizemli bir hava katacaksında edebiyat parçalamanın dibine vurma be ışık mışık diye! ''O saf ve kutsal sikkomatik kozmosun ışığının tutkulu ateşinde yanıp eşsiz yeşil zümrüdü hakikatte süzülmek...'' ne lan!?

12 Eylül 2012 Çarşamba

Hipnoz ve Şartlandırma Teknikleri

Merhaba Moronomentalistler,

Bu seferki konu vaazcıların yada konuşmacıların nasıl bir teknik kullanarak dinleyenleri hipnotize ettikleri ve yeniden programladıkları üzerine. Yazıya başlamadan evvel şunu aklınızda bulundurun:

Tüm insanlık tarihi boyunca beyni yıkanmış olan hiçkimse, beyninin yıkanmış olduğunu ne idrak edebildi nede buna inanabildi!

Çoğunlukla beyni yıkanmış olanlar efendilerini savunacak ve onları korumak için ellerinden geleni yapacaklardır, ki bunun sebebini tam olarak anlamış olmalarıda gerekmemektedir. Aydınlatılmış olduklarına yada iyileştirilmiş (değiştirilmiş) olduklarına inanmaları yeterli bir sebeptir.

Hadi önce şu vaazcıları dini zırvalar vasıtası ile bu işi nasıl yaptıklarına bakalım.

Din değiştirme üzerine yapılan konuşmalar kısaca beyin yıkamanın ta kendisidir. Bu teknik normalde din diye satılmak istenen ürünün içeriği ile çelişsede, nasılsa dinlerken hipnotize olmuş olan sığırlar durumun farkına bile varamadan şekillere girmeye başlarlar. Hani dün içki sigara kullanan, sabah akşam gününü gün eden insanları örnek olarak veririlerya - işte bu insanlar bu programlamanın teşkili kurbanıdır. Bu zırvaların işe yarıyor olmasındaki nokta insani vicdani manipule etmeyle başlar. Vaazcının günahlardan, azaptan ve cezalardan yüksek sesle bahsetmesiyle dinleyen ahali korkar ve akabindede "ne yapmalıyız" diye sorarak aslında var olmayan bir hayali soruna hayali bir çözüm ararlar. Bir düşünün karşınızdaki hoca şunu bunu yapan herkes cehennemliktir.... bunu yapanlar, şuna dokunanlar, bunu yiyenler ve şunu söyleyenlerin hepsi günahkardır..... günahkarların gideceği yerde tabiki cehennemdir.

Vaazcı bir kere dinleyenlerin beynini tıpkı bir yazı tahtasını silercesine temizlediği gibi, kurbanları yeni önerileri almaya hazırdırlar. Daha önce karşıt oldukları fikirlerin yerine yeni öneriler (inputlar) yerleştirerek yeniden programlanırlar. Bu ve benzeri teknikler tarikatlarda, orduda, mitinglerde, sempozyumlarda ve medyada sıkça kullanılır. Ancak şuda bir gerçekki bu teknikleri kullananların çoğu bunun nasıl işe yaradığını tam olarak bilmiyor.... tek bildikleri hangi inputun hangi outputu getireceği. Tabiki günümüz teknolojisi ilerledikçe bu tekniğin kullanıldığı alanlarla etkiside git gide artmaya devam etmekte. Anlayacağınız etrafınızda günbegün artışta gördüğünüz islamcı yada bayrak sallayan vatansever kesimin bu hızlı artışı inanca olan isteklerinden değil, üzerlerinde uygulanmakta olan hipnozdan kaynaklanmakta. 




Beynin üç evresi:

Beynin yıkanması hususunda ünlü rus bilim adamı Pavlov'a bakmalıyız. 1900 lerde hayvanlar üzerinde yaptığı deneyler bu alanda bir devrim yaratarak benzer deneylerin insanlar üzerindeki uygulanabilirlilik çalışmalarını başlattı. Rusyadaki devrimin ardından, Lenin bu tekniğin sunduğu potansiyeli görmekte pek gecikmedi.

Pavlov, koşullama deneyleriyle beynin, farklı ve birbirini izleyen üç transmarjinal (aşkın) "blokaj"  durumunu belirledi.

İlk evre; beynin hem güçlü hem de zayıf uyarıcıya karşı aynı tepkiyi verdiği EŞİT EVRE, ikincisi; beynin zayıf uyarıcıya güçlü uyarıcıdan daha aktif tepki verdiği PARADOKSAL EVRE, sonuncu evre ise, koşullanan tepki ve davranış örüntülerinin olumludan olumsuza ya da olumsuzdan olumluya dönüştüğü ULTRA PARADOKSAL EVRE'dir.

İlkinden sonuncuya doğru kademe kademe ilerleyerek koşullamanın etkisinin artması sağlanmakta ve dönüşüm tamamlanmaktadır. Dönüştürmenin değişik yolları var. Ancak dini ve politik Beyin Yıkamada en yaygın olan ilk adım, kişi ya da grubun duyguları üzerinde anormal düzeyde öfke, korku, heyecan ya da gerginliğe ulaşana kadar çalışmaktır.

Bu zihinsel durumların sonucu, algılama bozulur ve sürmekte olan telkinin etki gücü artar. Bu süreç ne kadar uzatılır ve yoğunlaştırılırsa, telkinin etkisi o derece yüksek olur. Katarsis, yani ilk beyin evresine ulaşılabilirse, beynin tamamen işgali kolaylaşır. Varolan zihin programı, yeni düşünce ve davranış örüntüleriyle yer değiştirir.

Katarsis: Arınma olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır. Psikanalizde, bilinçdışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır.

Antik Yunan'da bir tür "ruh dönüşümü" olarak kabul edilen katharsis, ruhun kötülüklerden arındırılması olarak benimsenmiştir. Aristo, katharsis hakkındaki düşüncesini, Poetica'da açıklarken, tiyatronun insana kendisini dışardan gösterdiği için arzulardan arınmasını sağladığını söylemektedir.

Bilmem benimle aynı şeyleri düşünüyor musunuz şu anda? Aklımdan, Medyanın, özellikle ticari televizyon kuruluşlarının damarlarımıza pompaladığı adrenalin maddesinin hangi amaca hizmet ettiği geçiyor ister istemez. Farklı düşünen, farklı şeyleri gereksinen bizler, düşüncelerimiz ve gereksinimlerimiz ne olursa olsun varlığımızın tehlikede olduğu telkinini her haber bülteninde, güncel konuları işleyen her programda düşüncelerimize sokulmuş buluyoruz. Heyecanlanıyor, öfkeleniyor, bazen korkuyoruz. "Acaba bilinçsiz olacak kadar masum olabilirler mi?" diye düşünmeden edemiyor insan.

Normal beyin işlevlerini değiştirmek için kullanılan diğer silahlar da tanıdık. Yüksek şeker diyeti uygulamak, aç kalmaya, az yemek yemeye özendirmek, oruç tutturmak, kişiyi bedeninin rahat edemeyeceği konumlarda bulunmaya ikna etmek, soluğun düzenlenmesi (regülasyonu), meditasyonda mantra okumak (zikir yapmak), korkutucu sırların açılması veya açılıyor gibi yapılması, özel ışıklandırma ve ses efektleri, tütsü yakmak, sarhoş edici veya uyuştrucu/uyarıcı maddelerle algıları bozmak.

Çağdaş psikiyatrik tedavilerde de, elektrik şoku ve kan şekerinin ensülin yoluyla düşürülmesiyle aynı sonuçlar alınıp normal beyin işlevleri değiştirilebilmektedir.

Bazı tekniklerin nasıl uygulandığına geçmeden önce, hipnoz ve dönüştürme taktiklerinin birbirinden farklı iki teknik olduğunu belirteyim. Dönüştürme Teknikleri hipnoza oranla etki bakımından daha güçlü olmasına karşın, yine de, çok daha yoğun ve hızlı sonuçlar elde etmek amacıyla bu iki teknik sıklıkla birlikte kullanılır.

Yeniden Doğuşçu (Tedavici) Vaizler Nasıl Çalışırlar?

Amerikan filmleri liderliğindeki batı kültürü aktarımı, fiziksel ve kültürel olarak uzağımızda da olsalar Yeniden Doğuşçu Vaizleri zaman zaman evimize getirmiştir. Aklıma gelenlerden ilki Blues Brothers filmi. John Belushi ve Dan Aykroyd'un oynadığı Blues Brothers, her ne kadar Türkiye'de, çekimler boyunca kaç otomobil parçalandığı ile meşhur olmuşsa da, asıl tema olarak, blues müziğinin hem ruhu hem de bedeni saran gücüyle ilgili, azıcık mistik bir içeriğe de sahiptir. Şu günlerde gösterime giren 2000'li versiyonu, bu mistik yönü iyice ön plana çıkarır. Her iki yapım da, birkaç sahnesinde Gospel ve Blues müziği eşliğinde kilise ayinleri düzenleyen, ateşli konuşmalarla müritlerini galeyana getiren vaizleri işleyerek,  haklarında az çok fikir sahibi olmamıza olanak sağlamıştır. Neyse, televizyonlarda sık sık yayınlanan Blues Brothers(1) sanırım, Yeniden Doğuşçu Vaizlerin kimler olduğu hakkında bir fikir edinmeniz için yeterli. Şimdi açılımına gelelim.

Önce kilisede çalınan müziğin ritmine değinelim. Dakikada 45-72 (bpm) vuruşluk bir müzik, kalbin aynı süredeki vuruş ritmine yakındır ve bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki, hipnotik bir etkiye sahiptir. Uyanıkken değişik bir bilinç düzeyi yaratabilir. Bilincin uyanıklık halini tanımlayan beta düzeyinin karşısında, kişinin beta düzeyine oranla hipnotik telkine en az 25 kat daha fazla açık halde olduğu bilinç durumunu simgeleyen  alfa'ya geçişi sağlamakta kullanılır bu müzik. Dinsel duygular kişileri zaten daha tapınağa girildiği andan itibaren farklı bir bilinç durumuna geçişe hazırlar. Üstelik, önceki dinsel törenlerde ulaşılan bilinç düzeyleri, bilinçaltında anımsanarak, post-hipnotik bir tepki yaratır. Törenin başlamasını bekleyen insanlar gözlendiğinde, pek çoğunun rahatlama, hatta kendinden geçme işaretleri verdiği, gözbebeklerinin büyüdüğü, oturdukları yerde sallanmaya başladıkları, müzik eşliğinde ellerini ileri geri hareket ettirmekte oldukları görülebilir. Bu tepkilerin verilmeye başlanması, artık sahneye yardımcı papazın çıkması için gerekli uygun ortamın oluştuğunu gösterir. Oldukça hoş bir ses tonuyla başlar vaaz. 



Ses Yuvarlama Tekniği:

Rivayete göre çoğu iyi eğitimli hipnotizörler olan Amerikalı avukatlar tarafından da, jüri üyelerinin kafalarına girmek için yararlanılan Ses Yuvarlama, hipnotistlerin insanları transa geçirirken kullandıkları kalıplaşmış ve ayarlı bir üsluptur. Konuşmacının, neredeyse metronom vuruş hızında konuşması ya da her bir sözcüğü monoton ve kalıplaşmış biçimde vurguluyormuşçasına seslendirmesi anlamına gelir. Sözcükler, kullanılan müzikte olduğu gibi dakikada 45-60 vuruş oranında söylenir ve bu da hipnotik etkiyi arttırır.

Yardımcı papaz değişik bir bilinç düzeyine geçilmesini sağlayan süreci başlatır. Heyecan yaratır ve izleyicilerin beklenti düzeyini yükseltir. Daha sonra şifon giysiler içinde, sevimli ve saf bir grup genç kadın şarkı söylemek için gelir. Heyecanı ve katılımı körüklemek için ilahiler idealdir. Şarkının ortasında kızlardan biri ruhlardan silleyi yiyip düşer ya da bedenini kutsal bir varlık ele geçirmiş gibi hareketler yapar yada yerde sudan çıkmış balık gibi çırpına durur. Ortamdaki yoğunluğu etkin biçimde arttıran bu noktada hipnoz ve dönüşüm taktikleri birleştirilir. Ortam  heyecan verici, giderek gergin bir hale geldiğinde seyirciler tamamıyla verilecek iletiye odaklanmış olurlar. Gözler açık halde, alfa bilinç düzeyine ulaşılmış ve artık para kasesinin dolaştırılma zamanı gelmiştir. Geri planda vaiz ya da yardımcısının dakikada 45 vuruşluk konuşması insanları yönlendirmeyi sürdürür. "Tanrıya verin!" diye uyarıda bulunmayıda ihmal etmezler. Tahmin ettiğiniz gibi aslında para isteyen Tanrı değil, zenginlik peşindeki temsilcisidir.

Daha sonra ateşler saçan vaiz ortaya çıkar. Şeytandan, cehennemden, kıyametten, kandan söz eder ve zaten gergin olan ortama korku unsurunu da ekler. Bu süreç öylesine etkindir ki, toplu hezeyan yaşanmasına bile neden olabilir. Hipnoz, kişilerin %10 ile %25'inin telkin edileni görmesini garantiler.
 

Sizler katılmamış olsanız bile, mutlaka televizyonda izlemişsinizdir. İslam dininin kutsal saydığı gecelerde, kandil gibi günlerde düzenlenen mevlitler televizyonlarda yayınlanır. Eğer eleştirel bir gözle bakacak olursanız, yukarıda anlatılan unsurların birçoğunun mevlitin vazgeçilmez parçalarını oluşturduğunu fark edebilir, gerek ayinin işleyiş aşamaları gerekse katılımcı insanların verdiği tepkiler arasında benzerlikler kurabilirsiniz. Günün anlam ve önemini anlatan bir vaaz, ilahiler söyleyen bir grup güzel sesli insan, toplu okunan dua ve (çoğu zaman denmemesi gereken yerlerde bile) amin nidaları, eslerde (sanki sesini duyurmak ister gibi) vecd ile patlayan Allah haykırışları, sallanmalar, kendinden geçmeler vb... Savım, mevlitlerin beyin yıkama amacıyla düzenlenmediği üzerine değil - tam aksine bu rituallerin tek amacı budur. Hiç bu tip kandillerden sonra camiyi terk edenlerin hallerine baktınızmı? Sanki yeniden "uyanmış" gibiler - tabiki az önceki transtan. Özellikle dinsel müziğin, islamın tapınma biçimleri arasında yer almıyor oluşu, müzikli ibadet biçiminin mevlit formu içerisine nereden girdiğini düşündürüyormu? Kaldı ki, tapınak, topluluk psikolojisi, kendini bir gruba ait hissetme gibi ortam yaratıcı unsurlara hiç değinmiyorum.

Ruhsal Şifa:

Yeniden Doğuşçu toplantılarının  vazgeçilmez bir gösterisi de ruhsal şifa dağıtımıdır. İzleyiciler sahneye çıkar ve öykülerini anlatır. "Kötürüm olmuştum ama artık yürüyebiliyorum", "Pipim kalkmıyordu, artık 5 posta kayıyorum" veya "Artiritim vardı ama artık, yok!" gibi. Bu her zaman işe yarayan bir manipulasyondur. Mucizevi hikayeleri dinledikten sonra, izleyiciler arasında ufak problemleri olan ortalama kişiler iyileşebileceklerine inanmaya başlarlar. Ortam korku, suçluluk, yoğun heyecan ve beklentilerle doludur. İyileşmek isteyenlerin öne çıkmaları istenir. Vaiz başlarını okşar ve haykırır: "İYİLEŞ!" - Bu, psişik enerjiyi ortaya çıkarır ve bastırılmış duyguların arındırılması katarsise (boşalım) neden olur. İnsanlar ağlayabilir, yere düşebilir ya da spazm geçirebilir. Katarsis etkili olursa, gerçekten de iyileşme şansları var demektir. Katarsis beyinde, yeni telkinlerin kabul edilebileceği geçici bir temizlik evresi (shock and awe) yaratır. Kimileri için sürekli bir iyileşme yaratılabiliyorsa da tıpkı uyur gezer bir deneğe verilen hipnotik telkinin etkisi ne kadar sürüyorsa çoğu kişi için iyileşme hissi o kadar sürer, yani 4-5 günden öteye gitmez. Bu bile, müşterinin Yeniden Doğuşçuların müdavimi olmasına yeter. Oysa, bu iyileşme hissi uzun vadede, kişi için oldukça riskli olabilecek bir sorunun maskelenmesine neden olmaktan öteye gitmez.

Benzer yöntemlerle yapılan bilimsel tedavilerden de sonuç alınabilmektedir. Aslında insanlar, belki de bağışıklık sisteminin psişik bir yönü olarak, bedenlerinde soruna neden olan olumsuzluğun serbest kalmasına hazırdırlar. Belki ileride, akıl-beden işlevleriyle ilgili bilinenlere dayanılarak açıklanabilir bu durum. Benzer bir durumda placebo effect olarak bilinir, yani hasta işe yaradığına inandığı için iyileşme sergiler.

Kullanılan teknikler olasılıkla kiliseden kiliseye farklılık gösterecektir. Çoğunda katarsis'e yol açmak için gizemli konuşmalar yapılır, kimilerinde ise sergilenen tuhaf davranışlar gözlemcilerde yoğun heyecan yaratır. Hipnotik tekniklerin dinler tarafından kullanılması hayli incelikli ve karmaşıktır. Bu teknikleri kullanan uzmanlar da, insanlar üzerinde çok etkili olacaklarını garanti eder.

Ruhsal şifa sürecinin bir benzeri bizim kültürümüzde de var tabi. Kadınlar toplanır, fal baktırmak veya çaresini doktorda arayamadıkları (ya da engellendikleri) rahatsızlık durumlarında falcı, sağaltıcı (ocak, kırıkçı, sınıkçı), muskacı vb. insanlara giderler. Bekleme odası kalabalıktır. Herkes içindeki derdi dökmeye başlar yakınındakine. Bu arada müşterilerin arasındaki yerini önceden almış bir manipülatör çıkar ve bu muskacının ne kadar etkili bir nefesi olduğundan, hastaları ne kadar çabuk iyileştirdiğinden, evde kalmışlara hemencecik nasıl da koca bulduğundan ballandıra ballandıra söz etmeye başlar. Hocanın karizmasını körükler, onun adına PR işini yapar. Araya serpiştirilen din büyüklerinin menkıbeleri, bu muskacının dahil olduğu tarikatın şeyhlerinin kerametleri anlatılarak karizma perçinlenir. Zaten az sonra, tüm gizli sırlarını ortaya dökecek ve kişiliğini uğrayacağı saldırıdan koruyabileceği, kendine aitlik kalkanını yitirecek olmanın baskısını yaşayan kurban, manipülatörün yaptığı telkine son derece açık bir durumdadır. Artık huzuruna gireceği kişi gerçekten ruhsal bir etki gücüne kavuşmuş biridir. Daha bekleme salonunda başlar dönüştürme işlemi. Sonra bir iki kelam, bir iki anlaşılmaz söz, bir iki mistik anlam yüklenmiş işlem, dönüşümü tamamlar. Beyin tüm savunma duvarlarını indirir, tüm telkinlere geç izni verir - yani sistemin firewall'u yıkılmıştır. Aslında o kadar basit bir süreçtir ki, dışarıdan bakan birisi bu basitlikte işleyen bir mekanizmanın nasıl olup da sonuç verdiğine hayret edebilir. Ama asıl hayret edilmesi gerekli olan, bunca cahil, hacı hoca geçinen sözde Ruhsal Önder'in nasıl iş bitirdiği, çoğu eğitimli kişiyi bile nasıl etkileri altına aldığı, sömürdüğü, taciz ettiği gerçeği olmalı. Yanıtı onların gücünde aramak yerine, tüm insanların ruh beden ilişkisini düzenleyen biyolojik temelli beyin evrelerinin bıraktığı açık kapılarda aramak daha mantıklı.

Mekan:

Los Angeles'ta bir adam ülke çapında kilise tasarımları yapıyor ve inşa ediyor. Papazlara, nelere gereksinimleri olduğunu ve bunları nasıl karşılayabileceklerini anlatıyor. Kendilerine söylenenleri yapmaları durumunda ise varolan kalabalıkların daha da genişleyeceğini, kilisenin gelirinin ikiye katlanacağını söylüyor. Bu adam, çabalarının %80'inin kurduğu ses ve ışıklandırma sistemlerinden kaynaklandığını itiraf ediyor. Çünkü biliyor ki, uygun ses ve ışıklandırma sistemlerini kullanmak bilinç düzeyinde değişiklik yaratmanın en öncelikli koşullarıdır. Kendi yaşamınızdan anları düşünün. Girdiğiniz her mekanın size kiminle tanışacağınız, kimin huzurunda olduğunuz, nasıl davranmanız gerektiği konusunda ön bilgiler verdiğini fark edeceksiniz. Kimi mekanlar huzur verir, kimileri sıkar, kimileri tahrik eder. Nasıl ki yaşadığınız yere ruhunuzu, zevklerinizi yansıtıyor ve orada rahat olabileceğiniz koşulları yaratmaya çalışıyorsanız, bilinçli bir tasarımla, misafirleriniz üzerinde egemenlik kurabileceğiniz bir mekanı da yaratabilirsiniz. Daha fazla uzatmayacağım. Genel Müdür katına çıktığınızı düşünün yeter. Ya da diskoteke veya bara girdiğinizi. Ya da camiye... sadece o andaki hislerinizi gözlemleyin - daima bir fark olduğunu sezecek fakat çoğunlukla bunun kaynağını anlamıyor olacaksınız. Anlamadığınız şeyler sizi etkileyen, manipule eden yada değiştiren şeylerdir!

Dönüştürmenin 6 Tekniği:

Kültler ve insan potansiyelini geliştirmeye yönelik örgütler her zaman yeni dönüşümler yaratma peşindedir. Amaçlarına ulaşabilmeleri için yaratmaları gereken beyin evresini, bir gün ya da hafta sonları gibi çok kısa süreler içinde gerçekleştirmek durumundadırlar. Oldukça kısa sayılabilecek bu zaman dilimlerinde hızlı bir Dönüşüm yaratmak için kullanılan altı temel teknik sayılabilir.




Toplantı ya da eğitim oturumları katılımcıların dış dünyadan soyutlanabileceği bir alanda yapılır. Burası, katılımcıların banyo ve tuvaleti sınırlı kullanmalarını gerektiren özel mülk, uzak bir kır evi ya da büyük bir otel odası olabilir. Eğitim seminerlerinde "denetleyiciler" yaşama uyum sağlamanın temeli olarak anlaşmalara varılmasının önemi üzerine uzun konuşmalar yapar. Yapılan anlaşmalara uymamaları durumunda katılımcılara yaşamlarının yolunda gitmeyeceği söylenir. Bu aslında temel olarak oldukça iyi bir fikirdir, çünkü yapılan şey, amaçlarınız uğruna insani değerlerini yok ettiğiniz koyunlara yeni programları yüklemenizdir. Katılımcılar, anlaşmalara uymak için yemin ederler. Bunu reddedenler ya sindirilir ya da bir biçimde ayrılmaya zorlanır. Kimse kaybeden tarafta olmak istemez, hele ezik olarak hitap edilen bu "asi" azınlığa müsamaha göstermek bile öküzlüğün daniskasıdır.

Bir sonraki aşama, eğitim sürecini tamamlamayı kabul etmek, diğer bir deyişle, örgüt adına yüksek bir dönüşüm oranını garantilemektir. Katılımcılar ilaç kullanmamak, sigara içmemek ya da yemek yememek gibi koşulları genellikle kabullenmek durumundadır ya da kimi zaman çok kısa yemek araları verilebilir. Bu da yine arzu edildiği biçimde gerilim düzeyinin artmasını sağlar. Tüm bunların gerçek nedeni aslında beden kimyasının değiştirilmesi ve dolayısıyla kaygı düzeyinin yükseltilmesi, sinir sistemi işleyişinin bozulması, sonuç olarak dönüştürme potansiyelinin artırılmasıdır. Yapılan anlaşmalar, dönüştürülen kişilerin dışarı çıkıp yeni katılımcılar bulmasını sağlamak için kullanılır. Toplantıdan ayrılmadan önce bu kişilere verdikleri sözü tutmaları için göz dağı verilir.

Anlaşmalara uyma kuralı öncelikler listesinin en üst sıralarında olduğundan, yeni dönüşenler tanıdıkları potansiyel katılımcılara kancayı takacak, örgütün yakın gelecekte düzenleyeceği "ücretsiz" tanıtım toplantısına katılmaları için onları ikna etmeye çalışacaktır. Yeni dönüşenler gerçekten de azimli fanatiklerdir. Örgüt içinde, yürütülen etkinlikleri pazarlamanın en ucuz, en iyi ve en etkili yolu bu fanatiklerden yararlanılmasıdır. Dünya genelinde bu tür eğitim seminerlerinden milyonlarca kişi mezun olmuştur. Guruları ya da örgüt liderlerinin çağırması durumunda, çok sayıda dönüşümcü gelecekteki bağlılıklarını kanıtlamak üzere zihinsel aktivasyon düğmelerine basılmasını bekliyor olacaktır. Gurularının çağrısına yanıt vermek üzere programlanan yüz binlerce fanatiğin yaratabileceği politik sonuçları bir düşünün... Fethullah Gülen'in öldüğü günü hayal edin sadece!

Seminer sonrasında izleme oturumları düzenleyen örgütler konusunda özellikle uyanık olunmalıdır. İzleme oturumları, haftalık toplantılar, örgüt tarafından düzenli olarak organize edilen ucuz seminerler ya da katılımcıları sürekli denetim altında tutmak için planlanan etkinliklerdir. İlk Hıristiyan Yeniden Doğuşçularının bulduğu gibi, uzun vadede denetim ancak iyi yapılandırılmış bir izleme sisteminin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilir.

Dönüştürme taktiklerinin kullanıldığını gösteren ikinci ipucu katılımcılarda zihinsel ve bedensel yorgunluğa neden olan bir program uygulanmasıdır. Bu genellikle, katılımcılara rahatlamaları ve hatta düşünmeleri için bile olanak verilmeyen uzun süreli oturumlarla gerçekleştirilir.

Üçüncü ipucu, içinde bulunulan odada ya da ortamda gerilimi yükseltmek için kullanılan tekniklerdir.

Dördüncüsü, belirsizliktir. Gerilim düzeyini yükseltmek ve belirsizlik duygusu yaratmak için kullanılan teknikleri anlatmak sayfalar alır. Katılımcılar genel olarak bir "hesaplaşmaya" davet edilir. Suçluluk duyguları uyarılır ve diğer katılımcılara en gizli sırlarını açmaya yönlendirilir ya da maskelerden arınmanın önemini vurgulayan etkinliklere katılmaya zorlanır. Eğiticilerin yoğun saldırıları karşısında diğer katılımcıların önünde durmaya zorlanır. Bir kaç yıl önce yapılan bir kamuoyu yoklamasında, insanların karşılaşabileceği en korkutucu durumlardan birinin, kalabalık karşısında konuşmak olduğu belirlenmiş, bu durumun, insanlar için 85. katta cam silmekten çok daha korkutucu olduğu bulunmuştu. Daha açık söylemek gerekirse, bu durumlarda insanlar telkinlere karşı normalde olduğundan kat be kat daha fazla açık hale geldikleri alfa konumuna geçerler. Böylelikle, dönüştürme zincirinde bir halka daha başarıyla devreye girer.

Dönüştürme taktiklerinin kullanıldığını gösteren beşinci belirti, jargonların, diğer bir ifadeyle, sadece örgüte dahil olan kişilerin anlayabileceği, diğerleri için anlaşılması hayli güç bir dilin kullanılmaya başlamasıdır. Ayrıca, katılımcıları rahatsız hissettirmek için kasıtlı olarak kötü bir dil kullanıldığı da sıklıkla görülür.

Son olarak, kurulan iletişimde, en azından katılımcılar dönüşene kadar, mizaha yer yoktur. Katılımcıların oturumlar sonrasında bulduğu sözde mutluluğun bir göstergesi olarak, daha sonraları mizaha başvurulur. Bu toplantılara katılan kişilerin mutluluğu bulamayacağını söylemiyorum. Bu mümkündür. Ama bu yazının amacı, insanların süreç içinde neler olup bittiğini bilmesine, sürekli katılımlarının gerçekten çıkarlarına olup olmadığının farkına varmasına yardımcı olmaktır. İyi birer hipnotizör, eğitimci ve danışman olanlar bile yaptıkları toplantıların, düzenledikleri eğitim programlarının bir biçimde işe yaradığını görür, ancak bunun nedenini tam olarak bilemezler. Bunun nasıl ve neden gerçekleştiğini öğrenen kimi uzmanlar ise ya bu işi bırakır ya da olaya daha farklı yaklaşmaları gerektiğini anlar, kimileri de daha sevecen ve destekleyici bir rol üstlenmek gerektiğini anlar. Elinde tuttuğu mikrofonla bir oda dolusu insan üzerinde gücünü kullanmaya çalışan, onları avucunun içine alan ve yöneten kişiler hepimizi biraz olsun ürkütür. İşin içine biraz da karizma girdi mi, dönüştürme olasılığı çok yüksektir. İlginç olan nokta ise, pek çok kişinin kendilerini bir başkasına teslim etmeye istekli "gerçek inananlar" (koyunlar)  olmasıdır. Psikiyatr Robert Jay Lifton, gerçek inananlar kavramına kabul edilebilir bir açıklama getiriyor ve birçok psikolojik rahatsızlığın temelinde olduğu gibi bu sorunu da çocukluk dönemlerinde yaşananlara bağlıyor. İnsanların yardımsız yaşayamadıkları, ebeveynlerine bağımlı oldukları bebeklik ve çocukluk dönemlerinde olumlu ve şefkatli gücü temsil eden anne-babanın yarattığı etkinin çocukta kalıcı bir bağımlılık içgüdüsü yarattığını söylüyor. Yetişkinlikte baş gösteren zorluk ve zıtlıklar karşısında bu bağımlılık içgüdüsü harekete geçiyor, ve kişi, çocukluğundaki her şeyin bir bilen tarafından halledildiği, sorumsuz ve rahat dönemlere geri dönmek istiyor. İşte, lider konumundaki kişiler kültlerde, ebeveyn rolünü üstleniyor ve müritleri üzerinde onların her türlü sorununu çözme erkine sahip sonsuz gücü, huzur veren bilge kişiyi temsil ediyorlar.

Kült cemaatleri ya da insan potansiyelini geliştirme örgütleri, teknik olarak "Stockholm Sendromu" olarak adlandırılan durumun ilk elden gözlemlenmesi için en uygun ortamlardır. Bu sendrom, sindirilen, denetim altında olan ve acı çektirilen insanların kendilerini denetleyen ya da teslim alan kişileri sevmeye, onlara imrenmeye ve hatta cinsel çekim alanlarına girmeye başladıkları bir durumdur. Bu noktada size cidi bir uyarıda bulunayım: Bu tür toplantılara katılmanız durumunda hiç bir biçimde etkilenmeyeceğinizden eminseniz, bilin ki yanlış düşünüyorsunuz. Öfke duygusu ve direnç, dönüşümü neredeyse her zaman garantiler. Bilinçli düşünce süreçleriyle, dönüştürme tekniklerine karşı konulamaz. Uygulanan teknik, bilinçli algılamayı bozmaya yöneliktir. Sırf bu yazıyı okudunuz diye bağışıklık kazanmış değilsiniz!

Daha fazla ilerlemeden önce, baskı olarak tanımlayabileceğimiz altıncı belirtiye değinelim. Bu çerçevede, A.B.D hükümetinin acemi denizcilere yönelik kamplarından söz etmek istiyorum. Deniz Kolordusu, gerçek birer denizci, diğer bir deyişle gerçek birer erkek olmadan önce, erleri parçalara ayırmaktan söz ediyor. Yaptıkları şey, kültlerin insanları önce çözüp, sonra mutlu birer çiçekçi olarak yeniden yaratmasıyla aynı şey aslında. Sözü edilen dönüşüm taktiklerinin her biri bu kamplarda kullanılıyor. Silahlı kuvvetlerin neye gereksinimi olduğunu dikkate aldığımızda, yaptıkları şeyin iyi ya da kötü olduğu yargısına varmak ne derece doğru? Gerçek olan şu ki, söz konusu kamplarda erlerin beyni etkin biçimde yıkanıyor. Teslimiyet göstermeyenlerin ya ordudan atılması ya da yaşamlarının belli bir bölümünü askeri hapishanede geçirmesi gerekiyor.
Transandantal Meditasyon Derneği:
Transandantal Meditasyon Derneği'nin Gazetelerde boy boy ilanlarını görmüşsünüzdür. Stresse son vermek, yaratıcılığınızı arttırmak iddiasındadırlar. Çağdaş gereksinimler kılıfına gizlenmiş metafizik bir öğreti sunarlar kişiye. Jai Guru Deva isimli Hint bilgenin öğretisinin Maharishi Mahesh Yogi tarafından çağımıza uyarlanmış halidir TM. 1958'de Amerika'ya getirilmiş ve efsane müzik grubu Beatles'ın müritlerinden olması, ve dönemin LSD pompalanmış çiçek çocukları kültürünün etkisiyle batı dünyasında patlama yapmıştır.

Tanıtım toplantıları sandal ağacı tütsüsüyle kokulandırılmış, dışarıdan gelecek seslerden izole edilmiş, içeride dikkati dağıtacak pek fazla unsur bulunmayan, rahatsız sandalyelerle doldurulmuş bir mekanda düzenlenir. Öğretecekleri meditasyon tekniğinin kişinin işine hangi alanlarda yarayacağı ballandırarak anlatılırken, bilimsel bir zemin yaratmak amacıyla terminolojik bir dil kullanılır. Kuantum fiziği ve Bileşik Alan teorisi gibi hemen hepimizin aşina olduğu (hani herkes bilir gibi davranır ama aslında konu hakkında en ufak fikri yoktur!) kavramlar art arda sıralanarak dünya için ne kadar mühim işlerle ilgili bir kapının aralanmakta ve başarının anahtarının kendi öğretilerinde yattığı anlatılır. Fazla müdahaleye izin vermeden, oldukça uzun ve karmaşık bir söylev veren eğitimciler ciddi ve işini bilen görünüşlüdür. Eğer bu ilk izlenim sizi etkilemiş ve TM tekniğini öğrenmeye karar vermişseniz gelecek hafta, gül veya karanfil gibi bir çiçek demeti elinizde (adet belli bir sayıda olmalıdır) ve tabii ki ilgili banka hesabına ücretini yatırdığınızı belirtir makbuzla birlikte yine toplantının yapıldığı merkezde olmanız istenir. Eğitmen sizi yalnız olarak bir odaya alır ve orada yaşayacaklarınızı kimseye anlatmamak üzere söz vermenizi ister. Odada ikonayı andıran büyüleyici bir Maharishi tablosu asılıdır. Tütsüler yakılır (veya zaten yanmaktadır) ve getirdiğiniz  çiçekler işitemediğiniz bir mırıltı eşliğinde eğitmeniniz tarafından, kutsal bir işle uğraşıyormuşçasına uhrevi bir hava içinde Maharishi'ye sunulur. Sonra meditasyonda kullanacağınız sadece size özgü ve size ait olacak, başkaları tarafından asla öğrenilmemesi gereken mantra kulağınıza fısıldanır. Yapmanız gereken bu mantrayı gözleriniz kapalı olarak sürekli yinelemek ve bu süreç içerisinde aklınıza gelebilecek hiçbir düşünceye yoğunlaşmadan, serbest çağrışıma izin vermek ve günde iki defa olmak üzere yirmişer dakika bu vaziyette kalmaktır. Ayrıca her hafta sonu yapılacak toplu meditasyon etkinliğine katılmanın elde edeceğiniz yararı çabuklaştıracağı ve misliyle katlayacağı da söylenir. Tabi bu, derneğe üye olmanız ve ödenekleri bankaya yatırmanız anlamına gelmektedir. Süreci denetleyebilecek durumda iseniz, meditasyon sizin için iyi olabilir, çünkü girdileri, size sunulan şeyleri denetleyebilirsiniz. Bu uygulamanın çok yararlı olduğunu düşünebilirsiniz, ancak bilmeniz gereken şu  ki; bu teknikleri, sürekli alfa bilinç düzeyinde kalacak biçimde uyguluyorsanız, ne denli olgun olursanız olun, ne kadar denetimli hissederseniz hissedin, her tür telkine hazırsınız.

Transandantal Meditasyon Derneğinin üzerinizdeki çalışması bununla bitmez tabi ki. Meditasyon tekniğini öğrenmek, TM yolunda atılacak ilk adımdır. Sırada Sidha'lık vardır. Sidha, bileşik alanı kullanarak meditasyon sırasında yerden yükselebilen üst rütbeli meditatörlere verilen isimdir. Tabi, her şeyin olduğu gibi Sidhi tekniklerini öğrenmenin de cüzi (!) bir bedeli vardır. Ama bedelden daha önemli olan bu tekniğin öğrenilmesi için yılda bir veya iki defa, talep yoğunluğuna göre düzenlenen bir kursa katılmak gereğidir. Bu kurs, gözlerden ırakta, özel olarak birkaç günlüğüne kiralanmış ve yalnızca TM'ciler için kapatılmış bir otelde düzenlenebilir. Hatta bununla da yetinmezseniz, bir adım daha atıp Ayurveda sağaltım tekniğini öğrenmek için de girişimde bulunabilirsiniz.
Ayurveda nabız atımından hastalık teşhisi yöntemidir. Gerçekten de yaratıcılığınızın artacağı ve streslerinizden kurtulacağınız kesindir (!). Para harcamak insanı rahatlatır ve bir hafifleme duygusu kazandırır.

Dikkat ederseniz, yukarda sözünü ettiğim dönüştürme tekniklerinin  birkaçı birden  TM'in kendi yorumuyla neredeyse
kişi üzerinde birebir uygulanır. Kesinlikle etkilidir ve emin olun işe yarar. Hem meditasyonun etkilerini üzerinizde görmeniz anlamında hem de, TM'in üzerinizdeki dönüştürme gücü anlamında söylüyorum. 


 Heaven's Gate Cult ve onun 909 intihar süsü verilmiş müridi! Hepside günümüzdeki "planking" tarzında yüzü yere bakacak şekilde yerleştirilmiş. 909 dead mother fuckers.

Bir de Titan olayı var tabi. Paraya tapanlar tarikatı. TM'e oranla çok daha kapalı olan bu örgüt medyanın üzerine gitmesiyle ayan beyan oldu. Evlerde düzenlenen masum paralı, altın, dolar-mark günü gibi bir araya gelişlerin hiç de masum olmayan, çok daha komplike ve  örgütlü biçimi Titan. Zincir adı verilen binlerce benzeri var dünyada. Hatta yeni elektronik medyamız internet'in haber grubu olarak tanımlanan Usenet'te dahi
bu tür organizasyonlara çağrı yapan ilanlardan binlerce örneği bulmak mümkün. Birçok ülkede bu işler yasadışı olarak değerlendiriliyor. Bu ve benzeri sistemlerde olduğu gibi, zincire katılıp da yükümlülüğünü yerine getiremeyen, yeni üye bulamayanların parasını terk ederek sistemden çıkması ilkesine dayalı bir işleyiş var. Tüm olay, yeni katılımcıları parayı kaybetme riski altında olanların kendileri olamayacağına ikna etmek üzerinde odaklanıyor. Doğaldır ki, aynı zincir içerisinde kaybedenlerin olduğunu bile bile kazananlar arasında olabileceğinize ikna edilmek için ya saf olmanız ya da ikna edicilerin çok çok başarılı uzmanlar olması gerekli. Artık siz de biliyorsunuz ki, çok çok başarılı ikna ediciler bilinçli teknikler kullanan beyin yıkayıcılardır! Yeterki önünüzde beyninin bilinçli bir şekilde yıkanmasını yada fatazilerle nirvanaya ulaşmayı dileyen sığırlar olsun.

Liderlerine ilahmışçasına davranıyor oluşları, toplantıların, zenginliği vurgulayan pahalı otellerin özel konferans salonlarında yalnızca davetliler için düzenleniyor oluşu, toplantı sırasında bir rituel gibi yinelenen "rah rah rah" seslenişleri, yeni katılımcılarla eskiler ve hatta en eskiler arasında bir hiyerarşik yapıyı vurgulamak için özel tanıtım kartlarının kullanılıyor oluşu, yeni üyelere gizlilik yemini yaptırımaları (davetliler katılana kadar toplantının içeriğinden habersizdirler ve yalnızca güvendikleri bir dostlarının tavsiyesi üzerine orada bulunurlar), ve tabii, yeni katılımcıları konuşmalar sırasında ikna etmek için yapılan daha bir sürü bilemediğimiz hileler olabileceği gerçeği, Titancıların bilinçli beyin yıkayıcılar olduğunu gösteriyor.

Bilincin Devre Dışı Bırakılması:

Dönüşüm ilk olarak devreye sokulduğunda kültler, silahlı kuvvetler ya da benzeri gruplar, üyeleri arasında alaycılığa izin vermez. Üyeler komutlara uymak, istendiği biçimde davranmak zorundadır, aksi halde, örgüt denetimi açısından risk oluşturdukları düşünülür. Bunu sağlamak için üç aşamadan oluşan bilinci devre dışı bırakma süreci uygulanır.

Birinci aşama, UYANIKLIĞIN SİSTEMATİK AZALTIMI'dır. Denetleyiciler, gerçekle hayal arasındaki ayırımı güçleştirmek için sinir sisteminin bozulmasını sağlar. Bunu yapmanın değişik yolları var. Söz gelimi, YETERSİZ BESLENME bunlardan biridir. Tatlı ve kolalı yiyeceklere dikkat edilir ve sonuçta sinir sisteminin sarsılması sağlanır. Bunların en inceliklisi, kültler tarafından sıklıkla uygulanan RUHSAL PERHİZ, dinsel adıyla RİYAZAT'tır.. İnsanların sadece meyve ve sebzelerle beslenmesi sağlanır. Hububat, fındık-fıstık, sütlü besinler, beyaz ya da kırmızı et olmaksızın insanların kafaları boşalır. Dinsel arınma süreçlerinin en etkin yollarından biri olarak gösterilen riyazat, dine dayalı her türlü aktivitenin de vazgeçilmez unsurudur. Açın bir havas (duaların gizli etkileri) kitabı, göreceksiniz ki, hemen hemen her uygulamanın hazırlık süreci riyazattan geçmekte. Bir duanın hadimini mi elde etmek istiyorsunuz; riyazat, cin padişahı mı çağıracaksınız; riyazat, sevdiğinizin size bağlanması için büyü mü yapacaksınız; riyazat, Tanrının esma-i hüsna'daki (güzel isimler) sıfatlarıyla ruhunuzu mu zenginleştirmek istiyorsunuz; riyazat, vefk (sihirli kare-muska) mı yapacaksınız; riyazat. Bu liste böyle uzayıp gider. Ha, eğer bu dediklerimden bir şey anlamadıysanız demek ki elinize hiç havas kitabı geçmemiş. "Bu yüzyılda böyle şeylere inananlar var mı?" diye soracak olursanız, derim ki, yolunuz Hacı Bayram Camii civarındaki kitabevlerine düşmemiş. Emin olun, Risale-i Nur'dan sonra en çok satan kitaplar bu tür eserlerdir. Kenz-ül Havas (Havas Hazinesi), Şems-ül Maarif (Büyük Bilgiler Güneşi), Gizli İlimler Hazinesi gibi kitaplar ve bunlardan türetilmiş küçük risaleler (broşür) "yok" satıyorlar neredeyse... Satış istatistiklerinde hemen hiç yerleri olmasa da, gerçek inananların yüzü mutlaka ismini saydığım kitapların sayfalarına değmiştir. Neyse konuyu detaylandırmak, beyin yıkama çerçevesinde söylemem gerekenleri aşar ve başka yazılarda söz edeceklerime girer...

Uyanıklığı azaltmanın bir diğer yolu, kasıtlı olarak uzun çalışma saatleri ve yoğun bedensel etkinlikle birleşen UYKUSUZLUK'tur. Ayrıca yoğun biçimde maruz kalındığında, ilk deneyimler de aynı etkiyi yaratır.

İkinci aşama, PROGRAMLI KARMAŞA yaratılmasıdır. Birinci aşamada uyanıklığınız azalırken, zihinsel bir saldırıyla karşı karşıya kalırsınız. Bu da en iyi biçimde yeni bilgilerin sunulması, yoğun ders programları uygulanması, tartışma gruplarına katılınması, birebir tartışmalar yapılması ve denetleyicinin, kişileri sorularıyla boğması sonucu ortaya çıkar. Bilincin devre dışı bırakılması sürecinde gerçekle hayal sıklıkla birbirine karışır, sapkın bir düşünme biçimini benimseme olasılığı artar.

Üçüncü aşama, DÜŞÜNCELERİN DURDURULMASI'dır. Belleğin bulanıklaştırılmasına yönelik teknikler kullanılır. Bunlar başlangıçta sükunet hissi yaratan, bilinç düzeyinin değiştirilmesine dönük tekniklerdir. Sürekli kullanılmaları, yoğun mutluluk ve sevinç duyguları yaratır, halüsinasyonlara neden olur. Yeterince uzun bir süre kullanılması durumunda sonuç; bütün düşüncelerin durdurulması, denetleyiciler ya da onların istediği kişiler dışında herkesten uzaklaşılmasıdır. Artık kişinin istemi devre dışı bırakılmıştır, yönetim altına alma süreci tamamlanmıştır. Katılımcılara ya da üyelere bu teknikten gerçekten yararlanacaklarının söyleneceği de unutulmamalıdır. Bu teknikle ya "şimdikinden çok daha iyi birer ışık askeri olacaklar" ya "gerçek aydınlığı" ya da "Tanrı'yı"  bulacaklardır.

Düşünceleri Durdurma Teknikleri:

Bu amaçla kullanılan üç teknikten söz edilebilir. Bunlardan ilki, UYGUN ADIM YÜRÜMEK'tir. "Uygun adım marş!" emriyle  ayaklardan çıkan sesler, kendi kendine hipnoz durumunun ortaya çıkmasına neden olur ve kişileri telkinlere daha açık hale getirir. İkinci düşünce durdurma tekniği ise MEDİTASYON'dur. Meditasyona günde ortalama 1-1,5 saat ayırırsanız, bir kaç hafta sonra beta bilinç düzeyine geri dönme şansınız azalır. Bunu kendi kendinize yapıyorsanız, kötü bir şey yapıyorsunuz diyemem. Yararlı sonuçlar almanız mümkündür. Ancak aklınızı bulandırdığınız kesin... Meditasyon yapan kişilerin EEG'leri üzerinde yapılan bir çalışmada, meditasyon yapılması ölçüsünde beyin dalgalarının düzleştiği, aşırı uygulanması ya da bilinci devre dışı bırakma teknikleriyle kullanılması durumunda da artık düşünemez hale gelindiği gibi  hayli etkileyici bulgular elde edildi. Kimi gruplar, bunun nirvanaya ulaşmak olduğuna inanır ki nirvana da boktan bir şeydir. Bu, yordanabilir nitelikler taşıyan fizyolojik bir sonuçtur. Cennet, düşünmemekle ya da yaşamdan soyutlanmakla bulunacaksa, neden bu dünyada olduğumuzu sorgulamamız gerekmezmi? Üçüncü düşünce durdurma tekniği, özellikle meditasyon yaparken ŞARKI SÖYLEMEK'tir. Gizemli konuşmalar yapılması veya mistik zırvaların mırıldanması da aynı etkiyi yaratır.

Nakşibendilikte Beyin Yıkama:

Muhammed Bahaeddin Nakşibendi tarafından kurulmuş, Osmanlı Ülkesinde Şeyh İlahi Nakşibendi eliyle yayılmış, isimlerden de anlaşılabileceği gibi Nakşibendi tarikatının beyin yıkama tekniklerinede değinmek gerekir.

Önce, Şeyh Said ayaklanmasında, gözünü budaktan, canını bıçaktan sakınmayan başkaldıranları düşünelim. Anadolu'da, bilinen ayaklanmaların neredeyse hepsinde Nakşibendi parmağı olduğunu, hepsinin de bir şeyhin kışkırtmalarıyla başladığını hatırlayalım.

Karizmatik Lider; Şeyh: Nakşibendilikte şeyh, kul ile Tanrı arasında görevli, olgun, etkin, Tanrısal gizemlerle donatılmış, bütün yaşamı boyunca Tanrı ile düşsel birlik içinde bulunan, sözleri-buyrukları tartışılmayan, dediği dedik, buyurduğu gerçek, yalnızca Tanrıya karşı sorumlu kimsedir. Tanrıdan sonra tek gerçek, tek kılavuz, tek kutsal varlık şeyhtir. Hangi koşullar altında olursa olsun, şeyhin buyruğu kesinlikle yerine getirilmelidir.

Peki, Şeyhin bu otoritesi nasıl sağlanıyor dersiniz?! Hiç kuşkunuz olmasın! Düşüncenin durdurulması yöntemleriyle elbette.

Nasıl oluyor da oluyor?

Nakşilerin birbirlerine karşı yalan söylemeleri, tanıklık etmeleri yasaktır. Bir kötülük söz konusu olduğunda, olayı gören, bilen, yaşayan Nakşi, diğeri için tanıklık edemez. Bu durum, Nakşiler arasında gizli tutulan, en sıkışık, güç durumda bile başkalarına söylenmeyen bir and ile sağlanır. Derviş, gerekli eğitimi görüp yetki alacağı sırada, şeyhin önüne çıkarılır, diz çöker, önce iki elini göğsünün üzerine getirir, üç kez Tanrının adını anar, sonra eğilir, şeyh sağ elini dervişe uzatır, derviş, şeyhin avucunun içini öper. Şeyh, andın sözcüklerini seslendirirken Derviş yineler.


Burayı çok iyi ve dikkatlice okuyun!

"Yaşadığım sürece şeyhe (Pir de denir) bağlı kalacağıma, Nakşibendilik dışında başka bir topluluğa girmeyeceğime, Nakşiliğin gerekli görmediği, beğenmediği, önermediği işlerle, konularla ilgilenmeyeceğime; her türlü yenilik, dinsizlik, Nakşibendilikten gelmeyen davranışlara, uygulamalara, Cuma namazı kılmayan, kıldırmayan devlet adamlarına, yönetimlere karşı çıkacağıma; Kuran'dan başka kitap, şeyhimden başka mürşit, Allah'tan başka yaratan, İslam'dan ayrı iman tanımayacağıma; Nakşibendilik uğrunda, hangi koşullar altında olursa olsun canımı vermekten kaçınmayacağıma, Allah'ı şahit göstererek and içerim (kasem ederim), şahit ol yarabbi, şahit ol yarabbi, amin, sadakallahinazim."
Bu and, daha da uzar, içine istenmeyen, dinsiz, din düşmanı kimselerin adı da katılır. Sözcükler birebir böyle olmasa da yaklaşık bu anlamı içerirler. Burada, önemli olan, andın içinde yaşanan zamanla, zamanın olaylarıyla bağlantılı olmasıdır. Tarikat, çatısı altında bulunanları bu and ile kendisine esir eder, ayrılmanın ilerde sakıncalı durum yaratabileceğini hatırlatarak gözdağı verir. Cumhuriyet dönemi öncesinde böyle bir and bulunmayışını hatırlamakta da sayısız yarar olduğu kanısındayım!

Nakşiler, beyin yıkama programlarını uyanıklığın azaltımı, bilincin devre dışı bırakılması ve düşüncenin durdurulması ilkelerine dayalı beden kimyasını değiştirme yöntemlerini uygulatarak gerçekleştirir.
Üyelerini yetersiz beslenme (oruç-riyazat), meditasyon (zikir), az uyuma gibi bedeni yoran, beynin alfa düzeyinde kalmasına veya bu düzeye çabucak geçmesine yarayan etkinliklere yönlendirirler.

Gerçek bir Nakşi, hep ibadet içindedir, onun yirmidört saati bir ibadet alanıdır. Bu nedenle, kişi, "saim-i daim"dir. Tanrı'yı dilinden düşürmeyendir. Nakşibendiliğin temel kurallarından biri de zikir denen Tanrı adlarını anmaktır. Bu, sesli, sessiz olmak üzere iki türlüdür. Seslisi toplu, ya da bireysel olarak Tanrı adlarını yüksek sesle okumayı, söylemeyi gerektirir. Sessiz olanı ise, gönülden geçirme (içe kapanış) yoluyladır. İslam dinine göre, Tanrının doksandokuz adı vardır (esma-i hüsna). Sesli zikir, (anış) bu adlardan birini toplu olarak birlikte söylemek, sağa sola salınmaktır. Nakşibendiliğe göre, bu adları anmakla insanın gönlü arınır, bütün gelip geçici dünya isteklerinden duygusal eğilimlerden arınır. Olgunlaşmanın, "İnsan'ı Kamil" olmanın başlıca yöntemi budur.

Öyle ki, bir Nakşibendi için, ibadetin belli bir evresi dahi yoktur. Tüm Nakşiler, sürekli, kesintisiz, süreye bağlı olmayan bir "ibadet içinde"dirler. Uyurken bile, soluk alış verişlerde "Allah" demek gereklidir. Bu eyleme önce "Al-lah" diye başlanır, alışılır, bu alışkanlık insanda sürekli bir gövde eğitimi olur. Böylece uyuyan bir kimsenin soluk alışından Nakşi olup olmadığının bile anlaşılabileceğine inanırlar.

İslam'ın koşullarından oruç da bu tarikat bünyesinde riyazat (canlı ve canlılardan elde edilen besinlerin yenilmemesi) ile birleştirilerek beden kimyasının değiştirilip, düşünme yetisinin sınırlandırılması amacına hizmet eder biçimde kullanılır. Nakşibendilikte oruç, yalnız Ramazan ayının otuz günü ile sınırlanmış değildir. Oruç, kişinin nefsini denetim altına almasıdır. Bu nedenle Nakşiler yılın, kendilerince uygun gördükleri günlerde oruca girerler. Tüm bu zikir (meditasyon) ve riyazat ile birleştirilmiş oruç süreci,  algılamayı değiştirir.  Bu normal dışı algılama, verilen öğreti ile birleştiğinde, tarikat üyesi kendinde birtakım olağanüstülükler olduğu hayaline kapılır, doğaüstü deneyimler yaşadığına inanmaya başlar. Sonuç olarak her şey Şeyhin kerametine bağlanır.

Tüm bunların ötesinde, Nakşibendilikte biricik, en geçerli eğitimin, tarikatın ilkelerini öğrenmek, şeyhin gösterdiği yolda gitmek, İslam'ın koşullarını, şeriatın uygulamalarını yerine getirmek, ibadet sayılan, ona bağlanan tüm eylemleri sürdürmek olduğunu da belirtelim. Bunun dışında bir eğitim yoktur, gerisi sapıklıktır. Kimi Nakşibendi şeyhlerine göre, radyo, telefon, televizyon, sinema gibi kuruluşlardan uzak kalmak, onları eve sokmamak inancın koşulları arasındadır. Eğitimin amacı, kişiyi Tanrıya bağlamak, şeyhle Tanrı arasında sürdürülen gizli bağlantıyı düşünmeden, eksiksiz bir bağlılık içinde kalmaktır. Yolda giderken hep öne bakmalı, gizlice Tanrının adlarını anmalı, Tanrı adını anmadan bir nesneye dokunmamalıdır.  Tüm bu öğretiler müridin dış dünyadan izole edilmesi amacına yöneliktir. Böylelikle, müridin kendisini uyarabilecek, dışarıda süren yaşamın gerçeğini gösterebilecek, yaşanılanları doğru değerlendirebilmesine yardımcı olacak bilgi kaynaklarıyla ilgisi kesilir.  Dönüşüm tamamlanmış ve artık hayatı, gücü, düşüncesi, her şeyi Şeyhin malı olmuştur.

Gerçek İnananlar ve Kitlesel Hareketler:
 

Eric Hoffer'ın deyimiyle nüfusun en az üçte biri, "gerçek inananlar"dan oluşur - yani dronelardan. Bunlar gerçek katılımcılar ve izleyicilerdir. Sahip oldukları gücü terk etmek isteyen kişilerdir. Tüm arayışları kendilerinin dışındadır: yanıtlar, anlamlar, aydınlanma... Kitlesel hareketler konusunda bir klasik olan GERÇEK İNANANLAR adlı kitabın yazarı Hoffer, "Gerçek inananlar üstün bir benliğe ulaşmak niyetinde olanlar değil, istemedikleri, kabullenemedikleri benliklerinden kurtulmaya çalışan karaktersiz zyıf kişilerdir. İzleyici olmalarının nedeni, kendilerini geliştirme arzusu değildir. İzleyicidirler, çünkü izleyici olmak, kendinden vazgeçme tutkularını doyurmaktadır" diyor. Hoffer ayrıca gerçek inananların ebedi anlamda eksik ve güvenden yoksun kişiler olduklarını söylüyor.

Aramamız gereken tek şey, kendi içimizdeki GERÇEK BENLİĞİMİZ. Bulabileceğimiz yanıtlar sadece orada, kendi içimizde. Maneviyatın temeli kendimize karşı sorumlu hissetmek ve kendini gerçekleştirmek. Ancak, gerçek inananların çoğu bu düşüncelerin ruhani bir yanı olmadığını söyler ve kendilerine dogmatik yaklaşacak, ne istediklerini onlara söyleyecek birilerini aramaya koyulurlar. Bu insanların yaratabileceği potansiyel tehlikeleri asla küçümsemeyin. Bu insanlar, liderleri için ölümü bile göze alarak zevkle çalışabilecek fanatiklerin ağlarına kolaylıkla düşebilir.
Bu onlar için kendi içlerinde kaybettikleri yazgılarının yerine koyabilecekleri yepyeni bir umuttur ve bildiğiniz gibi umut koyunların ekmeğidir. Gerçek inananlar genellikle, ya zihinsel olarak dengesiz, ya güvensiz, ya  umudu ya da arkadaşı olmayan kişilerdir. İnsanlar sevgi değil, nefret hissettiklerinde ya da belli saplantılara kapıldıklarında bir şeylere, birilerine bağlanma gereksinimi duyar. Yeni bir yaşam ve düzen kurmak isteyenler, yeni yaşamlarını kurabilmek için eskisinin tamamıyla silinmesi, yok edilmesi gerektiğine inanır. Bütün kültler onlardan oluşur. Onları politikada, tapınaklarda, iş dünyasında ve değişik sosyal gruplarda görebiliriz.

Kitle hareketlerinde genelde karizmatik bir lider başı çeker. İzleyicileri, gerektiğinde insanları kendi görüşlerini benimsemeye zorlayan yasalar çıkararak kendi yaşam biçimlerine dönüştürmeyi ya da onlara yeni bir yaşam biçimi empoze etmeyi ister. Bu, gerekirse silah gücüyle ya da ceza yöntemleriyle yasayı uygulamak anlamına gelir.

Kitle hareketlerinin başarısı için kinin, nefretin, ortak bir düşmanın varlığına ya da şeytana gereksinim vardır. Dinlerin şeytanları vardır, ancak bu yeterli değildir. Devrimlerde şeytan genellikle egemen güç ya da aristokrasidir. Ancak yakından bakıldığında, şeytan dediklerinin kendi eğitimlerinden geçmeyen herhangi biri ya da herkes olabileceği görülür.

İkna Teknikleri:

İkna, teknik anlamda beyin yıkamak değildir. İkna, insan zihninin, düşüncelerindeki değişikliklerin nedenini anlayamadan bir başka kişi tarafından manipule edilmesidir. Günümüzde kullanılan binlerce teknik olsa da, şimdilik ancak bir kaçına temel nitelikleriyle değinebilirim. 


İknanın temeli, her zaman SAĞ BEYİNE erişmektir. Beyninizin sol yarısı rasyonel ve analitiktir, sağ yanı ise yaratıcı ve imgesel. İşlem, beynin sol yarısının sürekli meşgul edilmesine dayanır. İkna eden kişi gözler açık haldeyken beta bilinç düzeyinden alfa bilinç düzeyine geçmenizi sağlayan farklı bir  düzey yaratır. Bu durum EEG ile kolayca ölçülebilir. Öncelikle, sol beyin yarısının nasıl devre dışı bırakıldığını gösteren bir örnek verelim. Avukatlar "ipi sıkmak" olarak niteledikleri bu güçlü tekniklerin pek çok çeşidini sıklıkla, politikacılar ise hemen her zaman kullanır. Kısa bir süre için bir politikacının konuşmasını izlediğinizi düşünün. Politikacı ilk olarak EVETLER SERİSİ olarak adlandırılan bir durum yaratır. Bunlar, dinleyicilerin kaçınılmaz olarak onaylayacağı türden ifadelerdir. Sonra SU GÖTÜRMEZ GERÇEKLER aşaması devreye girer. Bunlar genelde üzerinde tartışılabilecek gerçekler olsa da, politikacı dinleyicide onaylama davranışını gördükten sonra şans artık ondan yanadır, çünkü dinleyici kendisi için düşünmeyi ve onaylamayı sürdürecektir. Son olarak TELKİN devreye girer. İşte bu, politikacının sizden yapmanızı istediği şeydir ve onaylar konumda olmanız dolayısıyla, verilen telkini kabullenmeye ikna olmuş durumdasınızdır.

Yapılan politik konuşmaları dikkatle dinlerseniz, ilk üçünün "evetler serisi", sonraki üçünün "su götürmez gerçekler" ve sonuncusunun da "telkin" olduğunu göreceksiniz. "Yüksek gıda fiyatlarından, benzin fiyatlarının astronomik bir hızla yükselmesinden şikayetçi misiniz? Kontrolden çıkmış yüksek enflasyon oranları sizi bunaltıyormu? Çok iyi biliyorsunuz ki, Bizim Parti döneminde enflasyon %18 oranında düştü, suç oranları 12 ay içinde %30 azaldı ve maaşınıza %50 zam yaptık. Evet... Tüm bu problemlerin çözümü, bizi tekrar iktidara getirmektir." Benzeri sözleri daha önce işitmişsinizdir. Ancak, Gizli Komut olarak adlandırılan şeye de dikkat etmelisiniz. Bir örnek: Hitap sırasında konuşmacı sol eliyle bir jest yapar. Araştırmalar bu jestlerin sağ beyninize erişimi olanaklı kıldığını göstermektedir. Günümüzün medya yönelimli politikacı ve hatipleri, kendi adaylarının seçilmesini sağlamak amacıyla sizleri yönlendirmek için, eski ya da yeni, varolan her türden numaraları çok iyi bilirler. Politikacıların Nöro-linguistik (Beyin-Dil etkileşimine dayalı) kavram ve teknikleri kullandığı gerçeği öylesine dikkatle gizleniyor ki, bunlar hakkında kamuoyu önünde konuşmak, hatta yazılı materyaller hazırlamak caydırıcı yasal önlemlerle sonuçlanabilir. Öte yandan, nöro-linguistik eğitim zaman ayırabilecek ve ücreti ödeyebilecek herkese açıktır. Bu, karşılaşılabilecek en fark edilmez ve en güçlü manipülasyon yöntemidir. Nöro-linguistik konusunda yapılan bir seminere katılacak olursanız diğer kişilerin büyük çoğunluğunun devlet görevlisi olduğunu gördüğünüzde şaşırmayın. 



  
Hakkında pek fazla bilgimiz olmayan kaypak bir diğer teknik de, SERPİŞTİRME TEKNİĞİ. Bunun gerisinde yatan fikir, sözcüklerden yararlanarak tek bir şey söylemek, ancak bunu yaparken izleyici ya da dinleyicinin zihninde, çoğunlukla da bilinçaltında bambaşka bir izlenim yaratmaktır. Buna ilişkin bir örnek vereyim sizlere... Bir TV yorumcusunun şunları söylediğini düşünün: "Filanca Milletvekili, yerel yetkililerin tarikatları besleyen şirketlerin yaptığı aptalca hataları gizlemesine yardımcı oluyor." Bu, gerçeği ifade eden bir tümce gibi gelmektedir. Ancak konuşmacı, doğru sözcüğü vurgularsa ve özellikle de anahtar sözcüğü söylerken gereken el hareketlerini yaparsa, Filanca Milletvekilinin bir aptal olduğuna ilişkin bilinçaltı izlenimlerinizle başbaşa kalabilirsiniz. İşte bu, söylenen şeyin gizli hedefidir ve konuşmacı hiçbir şeyin hesabının vermek durumunda değildir.

İkna teknikleri etkin biçimde daha küçük ölçekte de sıklıkla kullanılır. Sigortacı, anlattığı şeyi gözünüzde canlandırabilmenizi sağlamak için sesini nasıl kullanması gerektiğini bilir. Bu, sağ beyin iletişimidir. Söz gelimi, konuşması sırasında duraklayabilir, oturma odanızı gözleriyle süzerek şunları söyleyebilir: "Bu güzel evin yanarak yerle bir olduğunu hayal edebilirmisiniz?" Elbette o anda bu hayal edersiniz - çünkü input verilmiştir! Bu sizin en bildik bilinçaltı korkularınızdan biridir ve adam bunu gözünüzün önüne getirmenizi istediğinde, sigorta poliçesini imzalayacak kadar manipule edilmişsinizdir.

Her yerde görebileceğiniz dilenciler de sol beyni devre dışı bırakmak ve doğrudan sağ beyinle iletişim kurmak için ŞOK ve KARMAŞA teknikleri kullanır. Bir otobüs terminalinde az sonra kalkacak aracınıza binmek üzereyken yakanıza yapışan bir dilenciden kurtulmaya çalıştığınızı düşünün. Genellikle insanların önüne aniden fırlama tekniğini kullanırlar. Başlangıçta yüksek olan sesleri, sonradan elindeki çikleti veya selpakı almanızı ve bunun karşılığında para vermenizi istediğinde, giderek alçalır. İnsanlar birisi çok fazla yakına geldiğinde ve bu durum çok hızlı bir şekilde olduğunda, sarsıntı yaşar ve genelde geri çekilirler. Bu örnekte, dilencinin tuhaf, zavallı görünümü, ani para istemi ve yüksek sesi bizi sarsar. Diğer bir deyişle güvenlik için alfa bilinç düzeyine geçeriz, çünkü önümüzde duran gerçekle yüzleşmek istemeyiz. Alfa bilinç düzeyinde telkinlere hayli açık olduğumuzdan "satın al" telkinine karşılık verir; satılanı almadığımızda suçlu hisseder ve sonuçta "para ver" telkinine uymuş oluruz. Aslında her birimiz, birileri bize bir şeyler verdiğinde, bunun karşılığını ödememiz gerektiğine şartlandırılmışızdır. Bu örnekte verilmesi gereken karşılık paraydı. Kırmızı ışıkta durduğunuz anda,  camınızı silmek veya elinde günler önce solmuş bayat çiçekleri satmak için arabanıza yanaşan çocukları düşünün. Hele bir de yanınızda bir bayan varsa...

Bu dilencileri izlerseniz, durdurduğu çoğu kişinin alfa bilinç düzeyine geçtiğini gösteren açık işaretler görme şansınız olur: Söz gelimi, göz bebeklerinin büyümüşlüğünü gözlemleyebilirsiniz.


Bilinçaltı Programlama:

Bilinçaltı mesajlar sadece bilinçaltımızın algılayabileceği gizli telkinlerdir. Bunlar, çalan müziğin gerisine gizlenen işitsel ya da bilinçli olarak algılanması mümkün olmayacak biçimde, bir resimle ya da modelle bütünleştirilen görsel telkinler olabilir. Çoğu işitsel bilinçaltı programlama kaseti düşük volümde kaydedilen sözlü telkinler içerir. Bu tekniğin verimliliğini sorguluyacak olursak, bilinçaltı telkinler algılanamıyorsa, etkili olamayacaklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle, işitme düzeyinin altında kaydedilen telkinler yararsızdır. En eski işitsel bilinçaltı telkin tekniğinde, müzik sesinin gerisine döşenen ve parametrik bir ekolayzer kullanmaksızın telkinlerin anlaşılmasını olanaksız kılan bir ses kullanılır. Bu, patentli bir tekniktir.

Telkinleri, müzikle aynı akor ve frekansta yansıtacak, müziğin bir parçası gibi hissettirecek biçimde psiko-akustik olarak değiştirme ve sentezleme yöntemine dayanır. Ancak bu teknikle hazırlanmış bir kayıtı, bilinçaltı telkinleri tespit etmek amacıyla incelemeniz, frekansla oynamanız hiç bir sonuç vermez. Tespit etmenin yolu yoktur! Diğer bir deyişle, telkin bilinçaltında hissedilse de, en sofistike ekipmanlarla dahi izlenmesi olası değildir. Müzik sektöründeki sesi olmayan ancak ekolayzer ve filtreler vasıtası ile ünlü olanların bestelerinim ilgi çekme nedenlerini bir düşünün sadece! Yani sadece seksi giyinmiş, uzun ve ince belli bayanlarmı şarkı söylemeyi beceriyor? "Görüntü aldatıcıdır" lafı boşuna söylenmiyor!

Her gün maruz kaldığımız propagandaları ve ticari manipülasyonları düşündüğümde satanik kanımda bir depreşme başlıyor. Dinlediğimiz müziğin gerisinde nelerin gizlendiğin bilmenin ne yazık ki "henüz" hiç bir yolu yok . Dinlediğimiz sesin gerisine ikinci bir sesin gizlenmesi mümkün. Dr. Wilson Bryan Key'in reklamcılık ve politika konusunda hazırladığı yazı dizisi, bu tekniğin özellikle gazete ve dergilerdeki reklamlarda nasıl kötüye kullanıldığını ortaya koyuyor. Bilinçaltı programlama konusunda sorulabilecek en önemli soru şu: Gerçekten işe yarıyorlar mı? Büyük mağazalarda çalınan müziklerin gerisinde bilinçaltı mesajlar veren programların sonuçlarına dayanarak bunu söyleyebiliriz. East Coast mağazalar zinciri, mağazada karşılaşılan hırsızlık olaylarında ilk dokuz ay içinde %37 azalma olduğunu belirtiyor. Bu mağazalarda verilen tek mesajın, satılan malların çalınmasını önlemeye yönelik olduğu söylense de gerçeği kim bilebilir ki? 1984'te teknik bir haber bülteninde (Beyin-Zihin Bülteni) yazılan bir makale, Illinois Üniversitesindeki Bilişsel Psikofizyoloji Laboratuarı Müdürünün görüşlerine dayanarak, bilişsel etkinliğimizin %99 kadarının bilinçsiz olabileceğini ortaya koyuyor. Bu uzun rapor şu sözlerle son buluyor: "Bu bulgular, kilo vermeye yönelik telkin kasetlerinin, hipnozun, nöro-linguistik programlamanın terapötik amaçlı kullanımı, vb. bilinçaltı programlama yaklaşımlarının etkisini onaylar niteliktedir".

Kitlenin Kötüye Kullanımı:

Bilinçaltı programlamanın en fark edilmez biçimleri konusunda bir örnek verelim. Büyük kalabalıkların karizmatik bir adamı dinlemek üzere bir araya geldiği mekanlarda bulunursanız, salona girdikten 20 dakika sonra farklı bir bilinç düzeyine girip çıktığınızı fark edebilirsiniz (eğer çıkabilirseniz!). Dikkatli bir gözlemle, spontan gösterilermiş gibi sunulan şeylerin aslında içine biraz sanat katılmış manipülasyonlar olduğu anlaşılabilir. Bu manipülasyonların etkisi, gözler açık durumdayken trans durumunun yaratılmasına bağlıdır. Trans sağlamak için ise, saniyede 6-7 devirlik titreşim yaratan bir ses kullanılır. Genellikle, kapalı mekanlarda havalandırma mekanizmasının çıkarttığı sesin arkasına gizlenir bu titreşim. İşte bu titreşim, dinleyicileri telkinlere hayli açık hale getiren alfa bilinç düzeyinin oluşumunu sağlamaktadır. Nüfusun %10-25'i, uyur gezerlik derecesinde bilinç düzeyi değişikliğine uğrayabilir. Konuşmacının telkinleri bu kişilerce potansiyel anlamda komut olarak kabul edilir.

Vibrato:

Bu konu VIBRATO'dan söz edilmesini gerekli kılıyor. Vibrato, vokal ya da enstrümantal müziğin yarattığı titreşim etkisidir. Titreşimin yarattığı etki, insanların farklı bir bilinç düzeyine geçmesine neden olur. İngiltere tarihinin belli bir döneminde, sesleri belli bir titreşim düzeyini aşan şarkıcıların toplum önünde şarkı söylemesine, dinleyicilerin farklı bir bilinç düzeyine geçebileceği, özellikle de cinsel içerikli fanteziler kurmasına neden olabileceği gerekçesiyle, izin verilmezdi. Operaya giden ya da Mario Lanza gibi şarkıcıları dinlemekten hoşlanan insanlar, şarkıcının sesinin yarattığı bilinç düzeyi değişikliklerini iyi bilir.

ELF'ler: (Ekstra Düşük Frekans Dalgaları)

Şimdi, edindiğimiz bilinç düzeyini biraz daha yükseltelim. Tüm bunlara ek olarak, işitilmeyen ELF'ler de vardır. Bunlar elektromanyetik dalgalardır. ELF'lerden öncelikli olarak denizaltılarla iletişimde yararlanılır. Saygın bir araştırmacı olan Dr. Andrija Puharich, Birleşik Devletler hükümetini Rusların ELF kullanımı konusunda uyarmak amacıyla bir deney yaptı. Deneye katılan gönüllülere, beyin dalgalarını EEG cihazıyla ölçmek üzere kablolar bağlandı ve sıradan bir sinyalin bile giremeyeceği metal bir odaya kapatıldılar. Puharich, metal kaplama odada bulunan gönüllülere ELF dalgaları gönderdi ve bu dalgalar metalden geçebildi. Gönüllüler ELF sinyalinin gönderilip gönderilmediğinin farkında değildi. Puharich teknik ekipmanla gönüllülerin tepkilerini izledi. Metal odadaki gönüllülerin %30'u 6-10 saniye içinde ELF sinyalini almıştı. Diğer bir deyişle, davranışlarında belli bir frekansta görülmesi beklenen değişiklikler gözlenmişti: Saniyede 6 devrin altındaki dalgalar deneklerin üzgün hissetmesine, bedensel işlevlerinde bozukluklara neden oldu. 8.2 devirde, kendilerini, sanki yıllar süren uzun bir meditasyondan çıkmış gibi iyi hissettiler. 11-11.3 devir arası, asi davranışlara neden olan depresif tahrik dalgaları oluşturdu.

Nörofon:

1960'ların başlarında, henüz yirmili yaşlarına girmeden önce, Life dergisinin dünyanın en önemli bilim adamları listesine girmiş olan Dr. Patrick Flanagan'dan söz edeyim. Yaptığı pek çok icat arasında Nörofon adını verdiği bir cihaz var. Bu, deriyle doğrudan temas ettiğinde programlı telkinler verebilen elektronik bir araç. Cihazın patentini almak istediğinde Birleşik Devletler işe yarayıp yaramadığını kanıtlaması isteminde bulunuyor, bunu kanıtladığında ise, Ulusal Güvenlik Ajansı nörofona el koyuyor. Patrick, yaptığı icadı ancak iki yıl süren yorucu bir yasal savaşın sonucunda geri alabiliyor. Cihazı kullanırken hiç bir şey duymuyor ve görmüyorsunuz. Cihaz, Patrick'in özel duyuların kaynağı olarak değerlendirdiği deriye uygulanıyor. Deri, ısı, dokunma, acı, titreşim ve elektriksel açıdan insan anatomisinin diğer uzuvlarına göre  çok daha fazla duyargaça sahip.

Yaptığı son testlerden birinde Patrick asker dinleyiciler için iki benzer seminer düzenler. Salon, bütün dinleyici grubunu aynı anda alabilecek kadar büyük olmadığından, semineri iki gece üst üste vermek durumunda kalır. İlk grubun son derece ölçülü ve tepkilerini göstermeye isteksiz olduğunu görünce, ertesi gün, gece vereceği seminerde kullanmak üzere özel bir kaset hazırlar. Kasetle, dinleyiciler ellerinin karıncalanması için telkinde bulunularak daha sıcak ve tepkili davranmaya yönlendirilir. Kaset, salonun tavanına bağladığı nörofon yoluyla çalıştırılır. Konuşmacı yoktur, hiç bir ses işitilmez ancak iletilmek üzere hazırlanan mesaj yerleştirilen kablo yoluyla doğrudan dinleyicilerin beynine iletilir. Dinleyiciler hayli ısınır ve tepkisel davranmaya başlar. Yapılan programlamaya uygun olarak elleri karıncalanır, kendilerinden beklenmeyen tepkiler gösterirler.

Günümüzün hayli ileri düzey teknolojik gelişmeleri insanları denetleyebilmek için yeni yeni olanaklar sunuyor. Beni en heyecanlandıran şey ise, insanların yönetiminin henüz orta düzeyde de olsa ele geçirilmiş olması... Oturma ya da yatak odanızdaki TV cihazı, sizi eğlendirmekten çok daha fazlasını yapıyor ve bunu bilmek dahi beni zevkten dört köşe ediyor.

Devam etmeden önce, farklı bilinç düzeyleriyle ilgili bir başka noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Farklı bir bilinç düzeyine geçtiğinizde, sağ beyin yarınız devreye giriyor, bu da vücudunuzdaki doğal uyuşturucuların, teknik anlamıyla, uyuşturucuya eş olan enkefalinler ve beta endorfinlerin açığa çıkmasına neden oluyor. Diğer bir deyişle, kendinizi iyi hissediyorsunuz ve daha fazlasını istiyorsunuz.

Araştırmacı Herbert Krugmann'ın yaptığı testler, izleyicilerin TV karşısındayken sağ beyin yarılarının sol beyin yarılarının etkinliğini 2:1 oranında azalttığını göstermiştir. Daha basit bir ifadeyle, izleyiciler farklı bir bilinç düzeyine, sıklıkla da trans durumuna geçmektedirler. Bir psiko-fizyolog olan Thomas Mulholland, dikkat sürelerini ölçmek için genç izleyicileri, beyinleri yoğunluklu olarak alfa dalgaları üretmeye başladığında TV'yi kapatmak üzere programlanan bir EEG cihazına bağlamıştır. Gençlerden dikkatlerini yoğunlaştırmaları istenmişse de, pek azı TV'yi 30 saniyeden fazla açık tutabilmiştir. Çoğunluğu neredeyse hipnotize olmuştur. Trans durumunu derinleştirmek kolaydır. Bunun bir yolu, gösterilen filmin her 32 karesinde bir boş kare vermektir. Bu, sadece bilinçaltının algılayabileceği dakikada 45 vuruşluk nabız atışına neden olur ki, derin hipnoz durumu yaratmak için en ideal vuruş miktarıdır. Alfa bilinç düzeyi yaratılmasıyla, sunulan reklamlar ya da verilen telkinler izleyiciler tarafından büyük olasılıkla kabul edilecektir. Uyurgezerlik derecesinde derinleşen izleyicilerin büyük bölümü, verilen telkinler moral ve dini değerlerine ya da kendini koruma güdülerine aykırı değilse, bunları komut olarak alabilmektedir. Amerika'da çocukların 16 yaşına gelinceye kadar ortalama 10.000-15.000 saatlerini TV izleyerek geçirdikleri belirlenmiştir. Bu süre, okulda geçirdikleri zamanın çok üstündedir. Sıradan bir evde TV günde ortalama 6 saat 44 dakika sürekli açık kalmaktadır. Bu süre, geçen yıla göre 9 dakika daha fazladır. 1970'lerdeki oranın ise neredeyse 3 katıdır. 


 
Şunların salak surat ifadelerine bakarak dahi nasıl bir beyin travması geçirdiklerini anlamanız mümkün değilmi?

Açıkça görüldüğü gibi, hiç de iyiye gider bir durum yok - entropi sağolsun. Süratle alfa bilinç düzeyinde bir dünya olma yolunda ilerliyoruz. Tıpkı Orwell'in yarattığı 1984 dünyası gibi... Uysal, durgun, dalgın bakışlı ve itaatkar... Purdue Üniversitesi psikologlarından Jacob Jacoby'nin projesi, test edilen 2700 kişinin %90'sını oluşturan tipik izleyicilerin, gördükleri şeylere ilişkin soruların %23-36'sını, izledikten bir kaç dakika sonra yanıtlayamadığını gösteriyor. Bu çok doğal, çünkü TV izlerken sürekli olarak trans durumuna girip çıkmaktalar. İnsanların derin trans durumuna geçtiklerinde olan bitenleri anımsamaya yönlendirilmesi gerekir. Aksi halde her şeyi otomatik olarak unuturlar.
 

Müziğin gerisindeki bilinçaltı mesajları, ekrana yansıyan bilinçaltı görüntüleri, hipnozla yaratılan görsel etkileri trans durumu yaratacak bir beceriyle birleştirmeye başladığınızda, etkili bir beyinyıkamatik oldunuz demektir. TV izlerken harcadığınız her saat daha da koşullanıyorsunuz. Tüm bunlara karşı bir yasa olup olmadığını merak ediyorsanız, yanıtı tahmin edin. Yüce lucifer adına; tabiki YOK! Her şeyin olduğu gibi, işlerine geldiği gibi kalmasını isteyen pek çok güç var. Tüm bunlar için kendilerince geçerli nedenleri olduğu bir gerçek...

Savunma Duvarı:

Tüm bu yazılanlar sizi ürküttü ise, bilin ki korku, düşüncelerinize hükmetmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürecektir. Ama tüm olup bitenler hakkında bunca bilgiye sahip olup da ürkmemek olası mı? Değil tabii ki. Eğer, ürkmediniz ve size yöneltilecek tüm beyin yıkama, tüm ikna, tüm düşüncelerin durdurulması tekniklerine "bilinç" ile karşı durabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Sıklıkla belirttiğim gibi tüm teknikler, insan doğasının zayıflıklarından güç alır. Düşünce ve ruhun evi olan bu beden, kimi zaman her ikisinin de efendisi konumuna geçebiliyor. Bedenimizin, düşüncelerimizi yürütme organı olan beyine gönderdiği uyarılar ve beynimizin bu uyarılara verdiği yanıtlar hemen her zaman denetimimiz dışında. Ve bedeni iyi tanıyan hayırseverler, insanın düşüncelerini  ve ruhunu etkileme hatta ele geçirme gücünü de ellerinde bulundurmaya devam ediyorlar.

E peki düşüncelerimize yöneltilen bu saldırılara
nasıl karşı koyacağız?
 

Karşı koymanın herhangi bir yöntemi yok! Uzak durmak tek çözüm. Düşüncelerimizi etkileyip, değiştirmek isteyenlerle yollarımızın kesişme noktalarından kaçmanız gerek. Yoksa yapmaya çalışacağınız havuzun içinde iken havlu ile kurulanmaya çalışmaya benzeyecektir.
 
Üzgünüm işe yaramıyor! ancak yinede iyi denemeydi....
 
Tüm sosyal örgütlenmelere kuşkuyla bakmak, hiçbirisine dahil olmamak kestirme bir yol olabilir. Doğrudan düşüncelerimize bir saldırı içermese bile artık çoğumuz farkındayız ki sosyal örgütlenme, büyük bir hedefe sahip  üst kattaki birilerinin, işlerini kolaylaştıracak ve çıkarlarını elde etmelerine yardımcı olacak bir kalabalığın desteğini arkalarına almak için kurulmuş bir hiyerarşi anlamına geliyor. Özellikle bu günlerde...

Birden fazla duyu organımıza aynı anda seslenen medya aygıtlarından çekinmek de bir yöntem olarak benimsenebilir. Böylelikle, etki gücünü beden ve beyin kimyamızı değiştirmekten alan saldırıları belli oranda sınırlayabilir, gönderilen telkinleri mantıklı düşünme süreçlerinden geçirmek için zaman kazanabiliriz.

Eğer, bu önerileri yerine getirdiğinizde, insanın sosyal ve kültürel bir varlık olmak niteliğinin zedeleneceğini düşünüyorsanız, bu esas korkunuz olan "yapayalnız olmaktan" kaynaklanmaktadır, ki bunun ne kadar zırva birşey olduğunu bir başka yazımda izah ettim! Başkası değil "kendi" olmak, diğerlerinin benimsettiklerini değil kendi fikirlerinizi savunmak, başkalarının sürüsünü değil, kendi koyunlarınızı gütmek ikilemleri arasında seçim yapmalısınız. Bilgili gavat yada cahil fahişe!


Tek sorun bu: Seçim!

The Battle For Your Mind - Dick Sutphen'den tercüme edildi.

http://sites.google.com/site/mcrais/brainwas.htm (ktunnel.com üzerinden orjinali indirebilirsiniz)

9 Eylül 2012 Pazar

1984 (İnceleme/Çıkarım)

Toplum 3 kesime ayrılmıştır; iç parti, dış parti ve proloterler. Proloterler avam tabaka olarak adlandırabileceğimiz sömürülen ve hayvanlaştırılan kesimdir. Temel ihtiyaçları dışında gelen sosyal ve düşünsel ihtiyaçları ''loto''dur. Loto günlük yaşamda önemli bir yer tutar, sadece meşgale yada kolay para kapısı olarak kalmayıp üstünde ''taktik satıcılığı'' yapılacak kadar ciddileşmiş bir iştir. Sinema ve tele ekran dışında bir etkinliğe rastlanılmayan okyanusyada (nefret haftası yada zafer kutlamaları vb. hariç) günlük dozajı sağlar. Partinin proloterlere karşı tutumu esneklikten değil önemsememekten gelir. Partinin politikası zihinlere hükmet olduğu için ve de avam kesim istenilen düşüncesel kıtlığa ulaştığından kollektif bir güç oluşturma riskleri yoktur. Kıtlığın ve berbat yaşam koşulları olmasına rağmen aktif bir başkaldırış görmeyiz proloterlerde, aksine parti üyelerinden gelir bu tutum. Proloterlerde biz kavramını görebiliriz, fakat bu bir partili karşısındaki ''öteki'' dışlamasından öte gitmez. Proloterler parti üyelerinin sahip olmasının hoş karşılanmadığı bir takım ayrıcalıklara sahiptirler. ''El altı'' denen sistemin yürümesini sağlarlar. Hatta parti erotik materyaller üretip proloterlere dağıtır. Sürekli bir taraflarda patlamalar olmasına karşın proloterlerin olağan karşılaması, umursamazlıkları hakkında ciddi veriler sağlar. Parti cephesinde ise iki kesim söz konusudur; iç parti ve dış parti. İç parti hakkında fazla bilgimiz olmasada, dış parti ve üyeleri hususunda yeterli bilgimiz vardır. Dış parti üyeleri proloterlerden farklı olarak parti adına çalışır ve bir takım yükümlülükleri vardır. Bu insanlar partinin uyguladığı sistemin bir çarkı olmalarına rağmen içten içe herşeyin boktanlığına kızmalarına rağmen toplu bir çıkış sergilemezler. Kaldı ki bireysel çıkışlarda nadirdir. Parti üyesi işleri yapabilecek kadar zeki, aynı zamanda parti gerçeklerini kabul edebilecek kadar aptal olması gereklidir. Bireysellik mümkün olduğunca kısıtlanmış ve üyeler sosyalleşme adı altında göt götedir sürekli Dış partide Parsons gibi tamamen embesil, fanatik, Syme gibi zeki ve farkında olup destekleyen, Winston gibi tamamen saçma bulanlar diye üç gruba ayırabiliriz. Ayrıca, sadece kendi standartlarını beğenmeyip umursadığı tek şey kendi olan kesimi de ekleyebiliriz. Hatta Winston'un görüşüne göre bu kesim dış partinin çoğunluğunu oluşturmaktaydı.
Parsons, ''şişman ve ezik'' denen klasik olmuş embesil tiplemedir. Partinin ''ideal'' üyesi olan bu gerzek uykusunda Büyük Birader'e söylenmesi dışında hiçbir kusuru yoktur. Parsons gibi birinin bile uykusunda BB'ye söylenmesi bizi partinin 101 no'lu oda dışında zihinlere ne kadar hüktmetiği hususunda şüpheye düşürür. Syme zeki ve parti destekçisi olmasına rağmen ''çok fazla'' bilen adam kontenjanından buharlaştırılır.
Winston, Winstonnn... Bu adam yalnızca başkahraman olmakla kalmayıp okuyucuya böylesi bir dünyada bile bireysel kurtuluş umudu sunuyor, ardından ise O'Brien ile suratının ortasına gerçek yumruğunu yiyen okuyucu Winston gibi eziliyor. Winston'un yaptığı aşırılıklar yada ahmakça diye yorumlanabilecek hamleleri tartışma götürebilir elbet, ancak sorguda ''bilinen'' her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatması kısmı ve tablonun arkasından çıkan tele ekran bize partinin okuyucunun bilgisinden fazla denetim ve kontrole sahip olduğunu gösterir. İnsanlar arası ilişki ve duygular özellikle kısıtlanmış ancak bastırılamayan iç güdülere belli bir tolerans sağlanmıştır. Cinselliğin kısmen bastırılması ve ünite üretimi haline getirilmesi önemli bir ayrıntıdır. Partinin yarattığı ahlak anlayışı yine parti dışını yadsımaktadır. İnsani her türlü şeyin kınanması ve cezalandırılması, insanın insandan nefret ettirmek ve ortak bir zihinsel kafes altında toplama amacı güdüldüğü görülür. Zombidir onlar, bu dünyanın insanları yaşayan ölüler!
PARTİ!
Okyanusya üzerinden gideceğim ancak diğer iki ülkeninde benzer hatta aynı olduğunu aklınızda bulundurun.
Parti devrimle yönetimi ele geçirmiş ve şöyle politikalar geliştirmiştir:
-Çift düşün
-Dili daralt, düşünceyi daralt (yeni söylem)
-Sürekli savaş
-Zamanı durdurmak
Çift düşün, bu anlayışın temelini dualitik kökene dayandırabiliriz. Beyaz ve siyah! Fakat parti hem siyah hem beyaz olduğunu söyleyip zihnin tercihine bağlı olarak birini gördüğünü ileri sürüyor. Bunun en güzel örneği Winston ile O'Brien'ın 101 no lu odadaki diyologlarında görülür. Bu dualitik bakış sadece 3. halin imkansızlığını kırmakla kalmaz gerçek kavramınıda yeniden şekillendirir. O'Brien Winston'a herşey senin kafanda der ve çoğunluğunun dolayısı ile partinin gördüğünün gerçek olduğunu söyler. O'Brien yani parti bu anlayışı içselleştirmiştir. Goldstein'ı yaratıp ve kardeşlik örgütünü yadsımaması partinin kötü adam yaratmakla kalmadığını gösterir. Bulunulan ve öngürülen durumun tam tersini en ince ayrıntısına kadar ortaya koyar ve kendini açık seçik eleştirir. Ardından yine kendi sistemi içinde alternatifleri eritir.
Yeni söylem, çift düşünle birlikte zihinleri yerle bir eden etkili bir yöntemdir. İnsanlar kelimeler ile düşünür ilkesini doğrultusunda kelime sayısını azaltabildiği kadar azaltır, zıt kelimeleri atar... Belki de en önemlisi kelimelerin anlamlarını daraltmasıdır, örneğin; yürümekte özgürsün, sigara içmekte özgürsün vb... özgürlük siyasal benzeri manasını yitirmiştir. Kitap bize dil konusunu yeterince anlatmıştır, bu nedenle fazla değinmiyorum.
Sürekli bir savaş, Goldstein'ın(!) yazdığı kitapdan şu sonuçlara varabiliriz:
Öyle yada böyle eskiden gerçekleştiren savaşlarda bir sonuç elde edilir ve buna göre gelişmeler yaşanırdı. Maddi şeyler uğruna verilen savaşın bir manası kalmamış, stabiliteyi koruma amacı güdülmüştür. Parti maddiyata zaten çoktan ele geçirmiştir. Hedef zihinler! En nihayetinde makineleşme ile gele üretim fazlasını yok etmek ve hipnotik bir dünyayı sürdürme görülür. Sürekli bir savaşın barıştan farkı ne ola ki? Teknoloji son sürat ilerlerken öngörülebilecek şekilde insanların cenneti bir ütopya yaklaşıyordu. Peki partiyi bunun önünü kesmekle suçlayabilir miyiz? Hayır! ''İnsanlar'' tembel, aptal, aç gözlü bir topluluktur. Çoğunluğun bu embesilller tarafından oluştuğu yadsınamaz. Hem de her zaman! Eninde sonunda bu koyunlar hiç çaba harcamasa ve serbest olsa bile sürekli üreyecek, aç gözlü bir şekilde başkalarının şeylerine saldıracaktır. Böylece kendi kendilerini imha edeceklerdir. Buna müsaade edilemez, daima bir büyük biraderin onları izlemesi gereklidir. Bu arada parti bu asalakların iyiliği için falan hükmetmez. Salt iktidar için… Partinin ulaştığı bilinç ve öncekilerden edindikleri deneyim, öncekilere nazaran müthiş hırslı ve kararlı eski orta, yani yeni yüksek kesim ‘’zamanı durdurmak’’ konusunda başarılı olmaya yakındır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği kontrol eden, onu değiştiren, muhalefet kavramanı yok eden parti. Bu kara ütopyanın daimi koruyucusudur. BB sizi hep izledi ve izleyecek!
Günümüz ve Ütopya
George Orwell’in ütopyası ile günümüze bir bakalım, çift düşün olmasa bile sürekli düşünce akımları ile insanlar, kışkırtılır, pasifize edilir, intihara sürüklenir… Manipülasyon istenilen şekilde uygulanır. Dilde tahribat, anlam çoğalması(anlam karmaşası), diller arası yozlaşma ayrıca hızlı bir şekilde lisanların sonraki kuşağa aktarılmayarak silinmesi. Tele ekran olmasa bile televizyon vb. şeylerle doktrine ediliyor insanlar. Güvenlik adı altında heryerde kameralar var. Avam tabakayı Okyanusya insanından ayıran ne ola ki?
Onlarında büyük biraderleri var, onlarda istenilen bok püsür şeylerle meşgüller, sürekli sömürülmelerine rağmen kolektif bir güç oluşturmaktan acizdirler. Teknoloji ilerliyor fakat insanlığın yararına değil, her yeni buluş daha çok kontrol ve sömürü getiriyor. Gelecek ne yazık ki Orwell’in ki değil. Hayır! Bu kadar insancıl değil, zaman durmayacak, teknoloji durmayacak ve ‘’ünitelerin’’ insanla bağdaşıklığı kalmayacak.
Başka bir dünyaya gidiyoruz, daha soğuk, kaçışsız… Fabrikadan çıkma tabiri gerçek olduğu zaman ilerisinde bizi bekleyen ne olacak? Zamanı durdurmayacaksak başka şeylere devredeceğiz demek değil midir?