15 Mart 2013 Cuma

Sosyal Yaşam NORMları





Merhaba Moronomentalistler,

Günlük yaşamda oldukça sık kullanılan bir kelime bu değilmi: Norm-al! Çoğunlukla bahsi edilen şeyin düzgün işlediği anlamını ifade etmek için kullanılır. Mesela birisi size sorar: herşey normalmi? verilen cevap çoğunlukla "evet (normal)" olur. Bu tarz bir iletişim bile cevabın beklenen şekilde verilmesiyle norm-al bir davranış olarak algılanır. Eğer cevap "hayır (normal) değil" olursa bir anda a-normallik çanları çalmaya başlar ve tıpkı bir arızaymışınız gibi bu bozukluğunuzu onarmaya çalışmak için seferber olanların etrafınızı sarmaya başladığını görürüsünüz. Bu durumu engellemek için yapılan şey çoğunlukla yalan söyleyerek geçiştirmektir, yani hayır yerine evet diyerek normal olduğunuzu betimlersiniz.

Norm, kelime anlamı olarak bir hat, bakış açısı, davranış biçimi yada işlevin belirtilen kurallar doğrultusunda işlemesi için oluşturulan kurallar bütününe verilen addır. Buna bağlı olarakta normal kelimesi aslında birşeyin doğal işlediği değil, daha çok beklenen yada öngörülen şekilde işlediği anlamında kullanılır. Normal = Normlara uyan. Eğer bu normalara uymakta zorluk çekiyor yada uymamaya uğraşıyorsanız, ki bu çoğunlukla akıntıya karşı kürek çekmeye benzer, o zamanda a-normal yani anti-norm damgası yersiniz. Dikkat ederseniz birçok negatif yada karşıtlık belirten kelimede bu yüzden "A" harfi ile başlamaktadır: Asosyal, Anormal, Abiyotik, Agnostik yada Ateist gibi....

Toplum denen sazan havzasında yaşarken her yer sosyal yaşamı kontrol altında tutabilmek ve sazanların davranışlarını öngörebilmek için koyulan normlarla işletilir. Bu normların çoğu yapmanız gereken ve yapmamanız gereknler olarak henüz ufak yaşta iken zihinlerinize kazıtılır. Bu normlar sayesinde toplumdaki sazanlar ve koyunlar sınıflandırılarak kendi aralarında üst ve alt tabaka olarak kabullenilirler. Yani bir seyyar satıcı otomatik olarak bir CEO nun karşısında kendini alt tabaka olarak algılar. Ayni şekilde sanırım geçen seneydi, apaçiler denen yeni bir alt-ırk anons edildi ve onların davranış, giyim, dans ve yaşam tarzları sanki nat-geo da şempanzelerin çiftleşme sezonunu seyreder gibi seyrettirildi. Bu input ile koyunlar bir anda kendilerini aslında bir üst ırka dahil olarak gördüklerinden, yayınlanan habere gıklarını bile çıkarmadılar.

Toplum içerisinde matematiksel olarak bu gruplar, kendilerine uygulanan normlar vasıtası ile zihinsel hücrelere kapatılır ve böylece her grup kendi hücresinin geometrik halini alır. Küp, piramid, heksagon yada oktagonlar gibi. Bunlar belitrilen grupların yüzeysel bakış açılarına göre çokluk yada azlık teşkil eden birimlerdir. Koyunlar simülasyon ortamında kendilerine sunulan normlara bağlı olan geometrik tanımlarla bağdaştırılarak kullanılırlar. Şehrin bazı bölgelerinde noktalar, bazı bölgelerinde dik duran çubuklar, diğer bölgelerdede öteki geometrik 3 boyutlu şekiller bulunur. Bu boyut farklarıda kontrol edilmekte olan grupların dar görüş, cahillik ve zeka kullanımlarına işaret eder. Burada toplumun en tepesinde belirtilen kısmın ne tür bir geometrik şekle sahip olduğunuda siz düşünün!

Normlar koyunlara yeni kurallar yada yeni iletişim metodları ile aşılanır ve her jenerasyon bu sayede zamanın gerektirdiği şekle ayak uyduracak şekle sokulur. Hayırseverler bir yandan normalara uyulmasını insanlardaki "bir gruba dahil olma arzusu" na bağlı olarak teşvik ederken, bir diğer yandanda koyunların bu normları doğrudan uygulayacak yetiye sahip olmalarını engellerler. Bunun için öncelikle, hepimiz biriz yada kardeşiz gibi bir zırva anlatılırken, koyunların duygusal zayıflıkları onlara karşı kullanılır ve öteki yandanda bu beraberliği engellemek için farklı gruplara farklı yani karşıt görüşler aşılanır. Bu sayede düzenin sağlanabilmesi için hayırseverlerin sürekli işe el atmaları beklenir, ki buda bir normdur... devlet baba birşeyler yapacaktır denen helsinki sendromu!

Sosyal kontrolu sağlamanın iki metodu vardır:

1- Gayriresmi yolla kontrol - Yani öngörülen norm ve değerlere bağlı sosyalleştirme işlemi (evcilleştirmede denebilir). Bu işlemde yüksek kapasitede düşünme, üretme yada davranış potansiyeline sahip bir şahısa, çevresindeki gruba asimile olabilmek için oldukça dar bir görüş ve sorgusuz itaat etme programı yüklenir. Btır.unlardan bazıları, vatanseverlik, anne yada baba için biryere katılmak

2- Resmi yolla kontrol - Devletin toplumdaki kaosu yada düzensizliği engelleme adına yerleştirdiği kanunlar, kurallar ve cezalar bütünüdür. Buna düzenden çok "düzenleme" denir.

Sosyal kontrol konsepti ilk olarak kendini düzenleyebilen bir toplumu temsil etmekteydi. Mesela geceleri mahallenin büyükleri sokaklarda gezip bekçilik yaparlardı. Bir kavga anında suçluların kaçması engellemeye çalışılırdı. Kimin suçlu olduğuda duruma göre oradakilerin inisiyatifine kalmıştı. Mesela birisi kız kardeşinize sarkıntılık yaptı diye kafasını duvardan duvara vurmanız- izleyenler için "adaletin yerini bulduğu" an idi ve başka bir cezayada gerek yoktu. Fakat zamanla hayırseverlerin kanun koruyucuları, yerel koruyucuların azal(tıl)ması ile bu gruplar üzerindeki kontrolü ele geçirmeye başlarlar. Gün gelip her bir suça benzer anormal davranış için hayırsever koruyucular çağırılmaya başlandığında ise sosyal kontrol %90 düzeyde sağlanmış demektir.... koruyucuların artışına bakılarak beklenen başarının nerdeyse elde edildiğini görmeniz pek zor değil sanırım.

Bu tip bir düzenin sağlanması ve satibilizasyonu içinde halk üzerinde iki türlü duygusal silah kullanılır!

Suçluluk yada Utanç Toplumu:

Bu düzende toplumun bireylerine arzu edilmemesi gereken şeyleri istemeleri doğrultusunda suçluluk duymaları gerektiği aşılanır. Örneğin nüfus planlaması için evlilik öncesi seks kötü yada yapılmaması gereken bir girişim olarak benimsetilir. Aynı şekilde boşanma faktörünü aza indirgemek için çiftlerin evlilik dışı ilişkiye girmeleri "zina" gibi utandırıcı yada küçük düşürücü bir davranış olarak kabul edilir. Sanırım kahvede "abi dün yan mahalledeki Damla abla ile bir zina yapmışım - peeh" diye bir hikaye anlatmak o kadarda hoş karşılanacak birşey olmayacaktır! Kimse neşeli bir şekilde nasıl vergi kaçırdığını, nasıl cigara içtiğini yada nasıl yan komşunun göğüsleri tomurcuklanmış 15 lik kızına abayı yaktığını anlatmayacaktır. Tüm bu senaryoların sonunda toplumun vereceği karşılık çoğunlukla "nasıl cüret edersin" tarzında olacak ve karşıdaki şahsı utancından yerin dibine girmek ister bir hale sokacaktır, böylecede şahıs bu tip davranışlara yeltenmiş olmanın verdiği suçluluk duygusuna bulandırılacaktır. Bir diğer yandanda, üstte saydığım hiçbir davranış dini inanç açısından sevab değildir - değilmi?!! Suçluluk Toplumları ahlaki düzeni ayakta tutmak için cezalandırma ve af gibi yöntemlere başvururlar. Bu yüzdende suçluluk toplumlarındaki bireyler yaptıkları için burada yada ölümden sonra cezalandırılmayı beklerler. Son zamanlardaki camilere akının sadece inançmı, diğerleri gibi aynı yöne koşturmazlarsa gruba dahil görünmemekten dolayı gruptan dışlanabilecekleri korkusumu yoksa af için dilenmemi olduğunada siz karar verin. 

Utanç toplumları ise çoğunlukla onur ve gurur gibi zırvaları temel alırlar. Görünüşe bağlı olan toplumun bireyi algılama duyusuna önem verilirken, şahsın kendi tipik özellikleri bir kenara itilir. Bu görmezden gelinen özellikler ortaya çıktğında ise çoğunlukla skandal yaşanmış gibi bir tepki oluşur. Hayırseverlerin buu duyguları tetikleyecek normları kontrol altına almaları ile istedikleri sosyal kontrol sağlanır. Yani dünkü "kötü yada yanlış" olarak algılanan bir normu bugün "iyi yada doğru" olarak kabullendirebiliyorsanız, artık o toplumuda istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz demektir. 20 sene evvel TV de nonoşlar programa çıksaydı, yayını yapan TV kanalını başlarına yıkarlardı... bugün ise nonoşlar artık kadın programlarının bir parçası. 20 sene evvel cinsiyet değiştirme konusu dahi ağıza alınmazken, bugün bunun nasıl yapılabileceği hakkında programlar sunulmakta. Tabiki tüm bu "update" leri TV den gören koyunların işletim sistemide böylece yeni normlara adapte olmakta. 

Üzerinde tasdik damgası olmayan ürünleri almak yada devlet onayı olmayan kampanyalara katılmak bugün halk üzerinde nasıl bir korkuya bağlı kontrol etkisine sahipse, aynı şekilde şahsi sağduyunun artık kullanılmadığı bir bölgede zombi gibi gezmekte aynıdır. Neden sağduyu deniyor peki? Çünkü sağduyu beynin sağ, yani yaratıcı lobunu simgeler... eğer bu kelime sol lob ile bağdaştırılmaya başlanmışsa, ülkenizdeki koyunlar birer zombi statüsünü almaya hak kazanmış demektir. Dünya kadınlar günüdeki medyanın kadına şiddete hayır bombardımanının erkekler üzerindeki "pasifizasyon" (pussyfication) etkisini şimdilik düşünmek bile istemiyorum. Bakalım artık otobüste arkadan dayamak o kadarda eğlencelimi! Bakalım artık kadınlara laf atmak o kadar zevklimi! Tüm bu eğlenceler artık yerini bu kontrol düzenin getirdiği yeni normlara bırakarak oldukça neşeli bir geleceğin haberini veriyor sanki - değilmi? Koyunların degrade haline ne ndenir biliyormusunuz.... Beta OT!




Şimdi size uzun vadeli bir işlemin kısa versiyonunu anlatayım! Kadınlara şiddetin bir sebebi olan erkeklerdeki cinsel uyarılma, yani kısa etekleri ve götü andıran dekolteleri gördükleri zaman aletin kalkması, bu taciz olaylarının tetikleyicilerinden birisi olarak benimsetilecek ve buna bağlı olarakta kadınlar tesettür tarzı giyinmeye teşvik edilecekler. Bu teşviği dikkate almayıp tacize uğrayanlarda halk önünde, yani medyada "mini etekli kadına taciz", "dar kot giymiş diye neredeyse tecavüze uğruyordu" benzeri başlıklarla - her ne kadar "ah zavallı kadın" dedirtsede, arka planda bu taciz ve saldırıların nedeni yavaş yavas giyime işaret edecek. Tıpkı "arabanın parlaklığı beni tahrik etti, çaldım" diyen hırsızın polis tarafından fazla bir ceza yemeden salıverilmesinin araç sahibinin aracını tahrik edici şekilde park etmiş olmasına bağlamak gibi birşeydir bu... yani zarara uğrayan suçlu konumuna düşürülür. Peki bunun üzerine araç sahibi aynı şey tekerrür etmesin diye ne yapar? Branda ile örter! Fakat, dediğim gibi bu uzun vadeli bir süreç. Şu anda toplum zihninde mini etekli yada tahrik edici giyinen kadınlara ne olarak bakılıyor? Orospu? Kaşar? Kefaşe? yada - Çekici? Güzellik abidesi? Hayaldeki kadın?..... burada nasıl hissedildiğine değil, nasıl tepki verilmeye programlanıldığını düşünün.

Ya sigara içmeye ne demeli? Sigara içenlere artık ne gözle bakılıyor ve sigara içenler buna nasıl tepki veriyor? Ya peki ensest ilişkiye ne demeli.... ne ilginçtirki bu davranışlar için henüz bir kanuni ceza yok! Fakat bunların yerine ne var? Gayri resmi sosyal kontrol... yani bu davranışların halk içinde utanç verici yada suçluluk duyurucu olmalarını sağlamak. Misafirliğe giden bir tiryaki bulunduğu masada kül tablası bulamazsa sigara içmek için kısa sürelide olsa, tıpkı bir ezik gibi (müptela damgası) odayı terk edip balkona yada kapı önüne çıkmak zorundadır. Çünkü kapalı ortamda sigara içerek, içmeyenlerin sağlığını tehdit etmektedir... sanırım bu düşünce yeterince aşağılayıcıdır. Ensest konusundada (teşvik amaçlı yazmıyorum) sadece şikayetler duyulurken, ensest harici ilişkiye girmekten korkanlar ve mekan ve yaşam tarzı dolayısı ile ensest harici cinsel ilişki yaşayamayacak olanların fikirleri tabiki dinlenmiyor. Buda sol beyin moduna alınmış koyunların madalyonun tek yüzü ile meelemelerni sağlıyor.

Bakın size birde incilde, hani tanrının ağzından yazılanı varya, ensest konusunu nasıl ele almışlar bir örnek vereyim.

Yaratılış 19:30-36

30 Lut Soar’da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti, onlarla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.
31 Büyük kızı küçüğüne, “Babamız yaşlı” dedi, “Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.
32 Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım.”
33 O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
34 Ertesi gün büyük kız küçüğüne, “Dün gece babamla yattım” dedi, “Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat.”
35 O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
36 Böylece Lut’un iki kızı da öz babalarından hamile kaldılar.
37 Büyük kız bir erkek çocuk doğurdu, ona Moav adını verdi. Moav bugünkü Moavlılar’ın atasıdır.
38 Küçük kızın da bir oğlu oldu, adını Ben-Ammi koydu. O da bugünkü Ammonlular’ın atasıdır.

Tekrar edeyim - ensest ilişkiyi savunmuyorum - ancak şu kutsal olarak adlandırılan kitapta dahi bu tip bir bilgi yazıyorsa, bu durumu nasıl izah etmek gerekir? Tabiki incil yazılırken Lut'un "farkında olmadan" ilişkiye girmiş olduğu iki kere vurgulanmış! Şimdi eğer sol beyin koyunu iseniz, durumun hayatta kalmak ve soyun devamı için ortaya çıktığını kabul ederek, istisna olarak OK damgasını yapıştırıp, "sonraki soru" lütfen diyebilirsiniz. Ancak anlatılan senaryoya birde sağ beyinle yani sağduyu ile bakarsanız ortada farklı birşeylerin döndüğünü görmeniz pek gecikmez. Çünkü inanç sistemine göre herkes adem ve havva ve onların ensest ilişki ile doğan soyundan gelmektedir, yani şuan, inançlı tüm koyunların şiddetle karşı oldukları şey, inançlarının temeline bağlı bir esasın ret edilmesidir. Ayrıca cinsel ilişki tecrübesi olan her aklıbaşında insan bilirki, erkeğin sızmış, uyku halinde yada baygın iken ereksiyona kavuşması ve durumun farkına varmaması imkansızdır. Yani Lut abi ne yaptığının ve kiminle yaptığının oldukça farkında idi, hemde iki kez farkında idi. Yani adam mağarada, yanında iki tane vajina sahibi kızdan başkası yok, anlattıklarına göre etrafta yaşayan başkasıda yok... hmmm ne yapsak ne yapsak!? Mağarada yaşarken şarabı nereden bulmuş oldukları hakkında fikir yürütmek isteyenler varmıdır merak ediyorum. Ya Lut kızlarını ele veremeyecek kadar onları çok kıskanmışsa?! Ya lut köyden kaçarken kızlarına sahip olmak için buna karşı çıkacağını bildiği karısını öldürüp hikayeyi kendi eliyle değiştirmişse? İslamda ensest konusu yasaklatılmaya çalışılmış olduğundan Lut ile ilgili ayetler incil parşömenlerinden kopyalanırken sansürlenmiştir. 

Anlayacağınız gibi sosyal kontrol için kullanılması gereken iki türlü kitap vardır:

1- Kutsal kitap - gayriresmi kanun. Bu kitap koyunlara doğru ve yanlışın ne oldup olmadığını ve yanlışların cezasının nasıl olacağını dikte ederek, dışlanma, korku, utanç ve acı çekme gibi pasifize edici ve itaate yönelten programlar içerir.

2- Kanun kitabı - resmi kanun. Bu kitap koyunların real yaşamda ve kutsal kitaplarda belirtilmeyen konuları kapsayan kuralları betimler. Bu kurallarda yine doğru ve yanlışın ne olduğu ve yanlışların nasıl bir cezaya maaruz kalacağı üzerine koyunların zihnini programlar. 

Eğer bir durum o kitapta belirtilmemişse, mutlaka diğerinde belirtilir ve cezalarının neler olacağı sıralanır.

İtaat etmeyip dini vecibeleri yerine getirmezseniz kimse sizi tutuklayıp hapse atmayacaktır, fakat bunun cezasını öldükten sonra mutalaka çekeceksinizdir. İtaat etmeyip yalan söylerseniz, bu - duruma göre tutklanmanıza ve kanuna bağlı olarak cezai işlem görmenize neden olabilir. Görebileceğiniz gibi sosyal kontrol "aşağı türüksen sakal, yukarı tükürsen bıyık" model bir sistemdir ve bir kere içindeyseniz ancak birinden kurtulabilirsiniz - o da belki! Diyelimki çocuğunuzun gittiği okuldaki 1-2 kız haricinde hepsi tesettürlü! Tabiki sizinki serbest takılıp özgürlüğünü sergiliyorken her zamanki gibi koyunların "biz yapmıyorsak sende yapmıycan" saldırısına maaruz kalırlar... bu saldırı çoğunlukla dışlama ve alaya alma ile başlar. Hatta bazen çocuk okul önünden alınırken diğer ebeveynlerin bile verbal saldırısına maaruz kalınılabilir. Huzuru bulabilmek için ya okul değiştireceksinizdir, ki maddi sebepler buna engel olmaya çok meyillidir, yada kızınızı düzene uydurup tesettür giydireceksinizdir. Sonuç olarak %80 ihtimalle itaat edeceksinizdir. Buda "düzen 1 - 0 siz" demektir. Anahtar kelime huzur dur. Yani kafadaki bir ses huzura ermek için itaat etmenin gereğini savunadururken, bir diğer seste "naapiim, naapiim" diye bocalanır.... bu durumdaki insanların çoğunlukla itaat etmeyi seçmelerinin nedeni, bunu huzura ermenin tek yolu olarak görmeleridir. Huzur ve barış kelimeleri aynı yönde ilerleyen unsurlar olarak kabul edildiklerinden, barışın sağlanması için gerekenlerde sadece sol lob ile algılanır ve diğer negatif etkiler bile bile göz ardı edilir. Tıpkı "Barış Savaçıları" (Freedom Fighters) gibi kendisiyle çelişen isimler gibi.

Diyelimki bir grup buluşmasında arkadaşlarınızın damar müzikten başka birşey dinlemediklerini keşfettiniz! Peki, sizde arada bir dinliyorsunuzdur belki ama her an değil. Ne olacak bu gruba dahil olmak isterken? "Ya birazda Eric Clapton dinleseydik" diyemi soracaksınız, yoksa çoğunluğun isteğine itaat edip sırf gruptan dışlanmamak için kulaklarınızdan kan gelene kadar dumuramı bağlıyacaksınız? Herhalde durumu fener tribününe galatasaray formasıyla girmeye benzetmeyeceksiniz!

Sosyal kontrol sistemi bireyleri tek tek kontrol edemez. Bu yüzden bu sistem bireyleri bir gruba dahil olmaya teşvik eder ve böylece grupsal kontrol sağlanmış olur. Sosyal kontrolde bireysel kontrol diye birşey yoktur ve olamaz! Bu düşünce her ne kadar aşılanmaya çalışılsada uygulanması imkansızdır. Bu yüzdende panoptikon sistemi devreye girer. Yani heryer kameralarla doludur. Telefonlar dinlenmektedir. Telefonların yada laptopların kamerlarında görüntü alınabilir. Uydudan donunuzun markası okunabilir. Facebooktaki profiliniz sizin aktivitelerinizi kayıt eder. Emailleriniz kayıt altına alınmaktadır. Banka hesabınız gözlem altındadır. Arabanızdaki GPS sistemi nereye gittiğinizin kayıdını tutar. Akıllı telefonunuz elinizdeki tüm bilgileri (resimler dahil) CIA in veri tabanına aktarır. Yaptığınız alışverişler ve kullandığınız markalar kayıt altına alınmaktadır. Kısacası aletin tam tepesine oturmuşsunuzdur!! Ne yani bunlar korkmak ve bu sayede suçtan uzak kalmak ve itaat edip huzuru bulmak için yeterli değilmi?

Son zamanlarda yeni olan bir trendin sanırım farkındasınız! Self-***** işlemleri, yani kendi başına yapılabilecek işlemler. Bunlara örnek: internet bankacılığı, havaalanı self-chekin, otopark self-chekin, dildo ile self-masturbasyon ve son zamanların bir başka yeniliği olan self-kasa... 2005 yıllarında havaalanlarında self chek-in olayı başladığında durumun gittikçe dumursal bir hezeyan olacağı belliydi. Çünkü artık self check-in haricinde self-bagaj olayıda var. Yani koyunlar kendi bagajlarını etiketleyip board kartlarını alıyor ve tıpış tıpış kapılarının yolunu tutuyorlar. Ne ilginçtirki, bu koyunların çoğunluğu karşılarında bağlama çekebilecekleri birini bulamadıklarından sorunlarına çözüm bulamadan durumlarını kabullenip ekrandaki kurallara itaat ediyorlardı. Herhangi bir görevliye şikayettede bulunsalar, görevlinin işaret ettiği şey ekranlardaki talimatlar oluyordu. Aynı işlem bugün süpermarketlerin kasalarındada mevcut. Kasaya gidip kendi başınıza ürünleri okutuyor, paketliyor ve ödüyorsunuz. 

Tüm bu self-masturbasyon işlmeleri sırasında koyunların en büyük korkusu nedir peki? Tabiki "izleniyor" olmaları ve buna bağlı olarakta yapacakları şeylerin onları diğer sürü üyeleri karşısında utanç verici bir hale düşürmesi yada herkesin izlediği yolda gitmemiş olmanın (ödemeden çıkmak gibi) verdiği suçluluk duygusu. Tıpkı "bip" kartlı ödeme yapan 20. müşterinin ardından nakit çıkarıpta ödemek isteyince diğerlerinin aşağılayıcı bakışlarına maaruz kalmak gibi bir durum. 

Bakın... bunca izleme düzeneklerinin işe yarayabilmesi için gereken en önemli faktör; bunları izleyecek koyunları bulundurabilmektir. ancak zamanla farkına varacaksınızki, 100 tane kameranın ardında sadece 1-2 kişi görüntüleri arada bir izlemektedir. Yani sizi izleyen bir Big Brother yok, çünkü olması gereken yada olduğuna inanılan yerinde değil! Sizi izleyen gizli ajanlar, gizili servis yada uzaylılarda yok. Tüm izlenme ve seyrediliyor olma hissi, düşüncesi ve korkusu sadece zihinde gerçekleşmektedir. Gerçek hapis zihinde uygulanır. Bu zihin kontrolü sağlandıktan sonrada kameralar ve tüm diğer süper teknikler sadece birer caydırıcı "görüntü" olarak kalır!

Bu zihin kontrolünün yapı taşı yani temeli korkudur! Utanç verici duruma düşme korkusu, dışlanma korkusu ve suçlu duruma düşme korkusu, tüm bu başında kontrol eden birinin olmadığı düzenin kolayca işlemesini sağlar. TV de arada bir "izleniyorsunuz" imasını veren haberler mutlaka çıkar (hırsızların kameradan teşhisi) ve bunlarda bilinçaltına "hakikaten izleniyoruz" intibasını bırakır. Bir koyunu bir odada kameraya (özelliklede kamera başlığı koyunu takip eden bir düzeneğe sahipse) karşı bir diğer odadada başka bir koyunun karşısına koyduğunuz zaman, kamera karşısında duran koyunun diğerine nazaran daha çok korku ve paniğe kapıldığını izlersiniz, çünkü bilinmezlik ve diğer paranoid ihtimaller serisi onu kendi kendine bu duruma sokar. Yani panoptikon sistemi çalışmaktadır. 




Bazı yorumlara dayalı olarak, burada yazıyor olduklarımın hayattan soğuttuğu düşünülebilir, ancak hangisi daha önemli! Bilgiyle bilince ve geniş bir bakış açısına sahip olmakmı, yoksa gidişat nasılsa kabullenip başları öne eğerek itaat etmekmi? Tabiki gerçekler sevindirici değildir, çoğunlukla üzücü, sinir bozucu ve rahatsız edicidirler. Ancak tüm bunların vardıracağı yerde hayalperestliği bırakarak hayatın nasıl işlediğini ve nasıl manipule edildiğini anlamaktır. Ancak böyle hayatı olduğu gibi görebilir ve ona göre hareket edebilirsiniz. Zannediyormusunuzki elitler TV de teşhir edilen saray yada penthouselarda kalıyorlar!! Hahahaaaa... hepsi sadece görüntüden ibaret. Yani ulaşılmazlar sergilenerek, koyunları "sende sahip olabilirsin" diye kandırıp şehir hapisanesine çekmek için yapılır bunlar.

Ferrarinin kurucusu neden ferrariye binmiyor. Yat üreticilerinin neden kendi süper lüks yatları yok. Hepsi sadece görüntü ve cazibeyle kandırmaktan ibaret. Koyunları gücün sizde olduğunu inandırarak onların güçlerini ve enerjilerini size akıtmalarını sağlarsınız. Onaları güce sahip olmanın yolunun "bunlara" sahip olmak olduğunu inandırınca, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bu yüzdende koyunlar ne zaman hafta sonu doğaya piknik yapmaya gitseler, piknik yaptıkları yerlerdeki insanları şehirde yaşamadıkları ve onca teknolojiye yada lükse sahip olmadıkları için küçük görürler. Aslında koyunların yaptığı şey sadece hapisten dışarı hava almaya çıkıp oraya tekrar geri dönmektir ve bu yüzdende gittikleri yerde sürekli özgürce yaşıyor görünenleri alt seviye görerek kendilerini kandırırlar. 

Bilmek, anlayana - hayat mücadelesinde kendine güven ve cesaret veremiyorsa, demekki "anne" nin kucağından çıkmamak için sebep arıyorsunuz! Kucak ne kadar rahat değilmi... sıcacıkkkk... aç kalınca sütte var! Soğukta aç kalma korkusu birçoğu çoğunluğun tersine hareket etmeye karşı engeller! Bu yüzden konu "kendini öldürmek" oldumu, bunun mecazi anlamını idrak etmeniz gerekir. Kendinizi yeniden doğurmak için tüm o eskiye bağımlı korkak benliği öldürmek zorundasınızdır.




Bu minik kelebekçiğin nasıl doğduğunu sanırım biliyorsunuz! Ancak bu değişim sırasında kelebeğin eski benliğini gıda olarak tüketip yeni bir varlık halini aldığına dikkat ettinizmi. Tırtıl sadece tüketilmek için besleniyor, sonrada kendini hücresine hapsedip gelişimini tamamlıyor ve sonundada ortaya yeni benliği çıkıyor. Bu doğum için gereken kurban ise benliğin ta kendisi oluyor. Buna bir nevi özgürlüğün anahtarı olarakta bakılabilir.

Okültizmde kelebekler vücudu terk eden ruhların barınağı olarak sembolize edilirler. Yani kelebek sembolik açıdan insan ruhunun metafiziksel temsilcisidir. 



Kelebeği şimdi görebiliyormusunuz? Etrafınızda görmekte olduğunuz bunca kelebek sembolizmininde ne olduğunu merak ediyormusunuz?












Bence biraz düşünün!




11 Mart 2013 Pazartesi

Olimpiyatların Acı Gerçekleri


Merhaba Moronoorcasauruslar,

Hani ülkeler olimpiyat için ev sahipliği yapma yarışına girip tüm ülke halkını sanki önemli birşey yapıyorlarmış gibi bir düşünceye iknaya uğraşırlar. Spor - sevgi, saygı, barış, cesaret yada başarı gibi "pozitif" yani koyunların asla olamadığı ve olamayacağı şeylerle ifade edilip, ulaşılmazın ayaklarına getirilmesinin önemi vurgulanır.

Başbakan Erdoğan, sporun renkler ve kültürler üstü güzelliklerinin "doyasıya" yaşandığı bir barış ve dostluk festivali olduğunu belirterek, İstanbul ile olimpiyat oyunları arasındaki randevu gecikmiş bir randevudur. İnanıyorum ki bu buluşma gerçekleştiğinde olimpiyatlar tarihinin en anlamlı sayfalarından biri üç kıtayı birleştiren bu eşsiz güzellikteki şehirde yazılacaktır? dedi.

Peki hangi haberci, gazeteci yada şovmen bu düzenin götürüleri hakkında konuşabiliyor? Ufak bir google araştırması ile türkiyede bu konunun kimseyi pek alakadar etmediği belli oluyor. Çoğunlukla bulabildikleriniz şakalar yada dalgalardan ibaret.

Konuyu fazla uzatmadan realite gözlüklerini takarak bir bakalım şu olimpiyat olayına.

Olimpiyatlara katılabilmek için yürütülen "en görkemli stad bizde olcak" safsatasından önce gerçekleştirilmesi gereken en önemli işlem "artık evsiz it kopuğun olmadığı harikulade bir şehiriz" girişimidir! IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), olimpiyatların yürütüleceği her şehrin altyapı, ulaşım ve yerleşim düzenini kendi isteklerine uygun olacak şekilde görmek ister. Bu istek Parisin 2012 olimpiyatlarına katılmak için getirttiği IOC heyetinin aynı gün gerçekleşen toplu taşıma grevine denk gelmesiyle, Parisin eve eli boş dönmesine sebep olmuştu. Böylece Fransa olimpiyatlara au revoir demişti. Ne yazıkki çinliler gibi "hazırız" görüntüsünü sahte düzmecelerle sahneleyemediler. Olimpiyat bu - boru değil!

Tabiki ayrıca IOC heyetinin sizin şehrinizi seçmesi için kullanılan ikna taktiklerinin masrafınıda unutmamak lazım. Cep telefonları, dijital kameralar, tatil suitleri, kiralık lüks araçlar. Özellikle son zamanlarda heyetin kişi başı "ikna" masrafı 500.000TL ve üstüne çıkıyor. Dedim ya, olimpiyat bu - boru değil! 1998 de japonlar neredeyse 24.000.000$ harcadılar. Bunun ardından Salt Lake City bir sonraki ev sahibi olabilmek için 1.000.000$ nakit, hediyecikler, kayak tatilleri ve fahri doktora ünvanları sundular. Tabiki bunların haricinde sunulan erotik eğlencelerinde sanırım hayal edebilirsiniz.

Devletler sonunda yapılanların tümünün buna değeceği sözünü vererek halkı medyatik narkozla ikna ederler (bunun makalesini en altta göreceksiniz). Sonunda muhteşem bir spor şöleni, elit sınıf yeni evler, sayısız iş olanağı, hayal edilemez bir kar marjı ve şehrin gençleri için yeni spor olanakları halkı bekliyor olacaktır. Nasıl olurda bu fikre karşı çıkabilirsiniz - kafayı mı yediniz?

Tabiki tüm bu yeniliklerin inşa edilmesi için bir mekan seçilmek zorunludur. Bu mekanlarda çoğunlukla fakirlerin yaşadığı taşra bölgeler olur. Hani çoğunlukla ortasından değilde çevresinden dolaşılan mekanlar! 1996 yılında Atlantada yaklaşık 30.000 kişi, 1988 yılında Seoul de ise 728.000 kişi bu sayede yaşadıkları yerlerden sürgün edilmişlerdi. Kendine kalacak bir yer bulamayanlarda, olimpiyatlar bitene kadar çadır yada konteynırlarda barınmak zorunda kalmışlardı. Fakat hiçbirisi Beijing olimpiyatları kadar çıtayı yükseltememişti.... 2008 oyunları için yaklaşık 1.500.000 çinli yaşadıkları yerlerden sürgün edilmişti.

İnsanlar zorla sürgün edilmeseler dahi, gelmekte olan olimpiyatlar dolayısıyla artan kira fiyatlarını karşılayamayacak duruma gelip evlerini terk etmek zorunda kalıyorlardı. IOC de bunu halkın kendi açgözlülüğü olarak yorumlayıp suçlamalardan sıyrılıveriyordu.

Ev sahibi önündeki faturaları ödeyebilmek için mutlaka bir sponsora sahip olmak zorundadır ve buda olimpiyat bölgesinde sadece o sponsorun ürünlerinin satılacağı anlamına gelir. Tabiki bu sadece business ve normal. Ancak eğer durum olimpiyatlar için gelen turistlerin ilgisini çekmek için çeşitli olimpik terimler kullanmak olunca bir anda işler değişmeye başlar. Mesela "Madalya Menü", "Altın fırsat", "Bronz kupada bira" yada "Sponsor" gibi kelimeleri satmak istediğiniz ürüne iliştirirseniz bu size 10.000-50.000tl arası bir telif hakkı cezasına mal olabilir.

Herne kadar garipte olsa, ülkenin girdiği ekonomik darboğazdan kurtulma uğruna şeytanla anlaşma için masaya oturmak gerekebiliyor. Oldukça çirkin bir manzarada olsa, kimse sonunda kendini yunanistan gibi şapa oturmuş şekilde bulmak istemiyor.

Ayrıca oyunlar zamanında IOC ev sahibi şehir için özel izin ve haklar talep etmektedir. Bu özel haklar arasında olimpiyat karşıtı yapılan eleştirilerin sansürü ve buna bağlı olarak bazı yerel kanunların askıya alınması vardır. Örneğin londrada ev sahibi şehir tüm bilboardları kiralayıp sadece sponsorların kullanımına sunmak zorundaydı. Olimpiyat karşıtı tüm reklamlar ban yemekteydi. Polis bile anti-olimpik takılan şahısların evlerini basıp anti görünen şeylere el koyabilir. Anlayacağınız olimpiyatlar sürecinde ev sahibi şehir George Orwell'in 1984 tarzı bir havaya bürünür. Şehirin üzeri ordu yada polis helikopterleri yada uçakları ile dolar. Güvenlik geçitlerinde muazzam bir artış oluşur.

Dünyanın her yerindeki şehirler, bu muazzam oyunları evlerinde misafir edebilmek türlü kirli işler çevirirler. Bu tıpkı açlık oyunları filmininin yetişkinler için yapılmış olanına benzer, burada sadece aç bırakılma, ensest ve katliam yoktur. Olimpiyatlar için seçilmiş olmak tüm dünyanın gözü önünde muhteşem ve göz alıcı bir şehire sahip olmanın sessiz tasdiğidir. Bu yüzden zannetmeyinki olimpiyatlar bir gün hatayın hassa dedemli köyünde yapılabilir. Olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmak yıllarca hafızalarda kalacaksınız demektir... bundan daha büyük bir onur olabilirmi??

Ancak tüm bu şan şöhretinde tabiki bir faturası var, hemde ağır olanı. Yunanistan bu bedelin bugün bile altında ezilmeye devam etmekte!!

Yunanistanın 2004 olimpiyatları için ayırdığı bütçe 4.5 milyar euro idi ve tabiki konu olimpiaytlar oldumu evdeki hesabın çarşıya asla uymadığı tarihi bir esas olarak, masraflar 10 milyar euro yu buldu! Herşey hazır olduğunda ise ev sahipliğinin bedeli yunanistanın YGSMH'sının %5 i idi. Habelerdede gördüğünüz gibi o zamandan bu zamana halen götlerinin üzerine oturacak duruma gelemediler... acı iyi bir öğretmendir! Vancouver da olimpiyat köyü adı altında yaptığı villaları satamayıp onca yatırımın çöpe gitmesini çaresizlikle izlemişlerdi.

Nagano kış olimpiyatları ise 1998 yılında şehri ekonomik durgunluğa itmiş ve şehir sakinlerinin kişi başı 30.000$ borca girmelerine neden olmuştu. Fakat tüm bu finansal afetlerin arasında en beteri 1976 olimpiyatlarına ev sahipliği yapmak isteyen Montreal in başına gelendi. Olimpik stadyumları oyunların bitmesinin 11 sene ardından bitirilebilmişti ve ortada bulunan borcu ödemeleri neredeyse 30 yıllarını almıştı.

İşte bu yüzden İsviçrenin Bern şehrinde yapılan halk oylamasında, halk ev sahipliği yapmamayı tercih etmiş ve bu "ayrıcalığın" başka şehirler tarafından üstlenilmesine olanak sağlamıştı. Birkaç büyük şehir daha 1970 lerin ardından olimpiyatlara ev sahipliği yapma fikrini komple rafa kaldırdı.

Tüm bunların haricinde onca atletik sporcunun olimpik köyde kalırken yaptıkları orgi partilerini haberlerde duymayacağınızda kesindir.

Büyük etkinliklerin uygulanma amacı bahsedilen, spor, sevgi, onur, gurur gibi zırvaların oldukça dışında işler. Yunanistanın içine düştüğü borçtan dolayı adalarını satmaya başladığınıda duyduğunuza göre, bu oyunlara istanbulun ev sahipliği yapması ile nelerin kaybolacağını şimdiden düşünün, çünkü türkiye bu listeye dahil! Tam düze çıktık haberleri çıkmışken olimpiyatlar devreye girecek ve yine 10 sene önceki duruma geri dönülecek. Vergi ve cezalar astronomik rakamlara fırlayacak... tek temenni ise "biz olimpiyatlara ev sahipliği yapmanın gururunu duyuyoruz" olacak. Bende buna oturup kıçımla gülüyor olacağım.

Rusya seneye yapılacak olan Sochy kış olimpiyatları için 2006 dan beri para biriktiriyordu ve bütçeleri 10 milyar dolar kadardı, ancak geçenlerde bu rakamın kendisini ikiye katlayacağı haberleri rusyada kellerin uçmasına neden olmuştu.

Ne tesadüftürki hiç bir ülkede olimpiyat sonrası geriye kalan yapılar kullanılamıyor ve doğanın ellerine teslim edilip çürümeleri bekleniyor.. buda o yapıları birer utanç abidesi gibi halkın gözü önünde tutarak, tüm bu ev sahipliği yapmış olmanın gururu sadec borcun verdiği suçluluğu örtbas etmeye yarıyor.

Buyurun size ağızları sulandıracak "olimpik kazanç" haberi! Yani madalyonun tek yüzü.

Olimpiyatlar ülkemize neler kazandırır?


Evsahipliği hakkının kazanılması halinde, İstanbul ve Türkiye, maddi gelirin yanı sıra altyapı, tesisleşme, turizm, kültür, uluslararası alanda imajın güçlendirilmesi ve sportif başarı gibi birçok alanda büyük kazanımlar sağlayacak. (Onur ve gurur gibi boş şeyler)

TELEVİZYON GELİRLERİ (Koyunların cebine girmeyen paralar)Olimpiyatlardan elde edilen gelirin büyük bölümünü televizyon yayın hakları oluşturuyor. Son dönemde teknolojide ve televizyon yayıncılığındaki gelişmelerin ardından büyük organizasyonlarda televizyon haklarından elde edilen gelir de önemli ölçüde arttı.

1960 Roma Olimpiyatlarında 1,2 milyon dolar olan yayın hakları geliri, Los Angeles 1984'te 287 milyon dolara ulaştı. Teknolojide son yıllardaki gelişmelerle Atina 2004'te 1,5 milyar dolara çıkan yayın hakları gelirleri, Pekin'de 2008'de düzenlenen ve HD sistemle yayın yapılan son olimpiyatlarda 1,737 milyar dolar oldu.

Londra'da 2012'de düzenlenecek olimpiyatlarda bu alanda rekorun kırılması bekleniyor. İngiliz yetkililer, televizyon yayın haklarından 2,58 milyar dolar elde edileceğini tahmin ediyor.

ABD Olimpiyatların yayın hakları konusunda en büyük alıcı durumunda. Olimpiyatların toplam yayın gelirlerinin yarısından fazlası ABD'den geliyor.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) yayın hakları gelirlerinin yaklaşık yüzde 10'unun alıyor. Kalan kısım ise oyunlara evsahipliği yapan kentin organizasyon komitesi, diğer ülkelerin olimpiyat komiteleri ve uluslararası federasyonlar arasında paylaştırılıyor. Ev sahibi kentin organizasyon komitesi bu payın yaklaşık yarısını alıyor.

SPONSORLUK GELİRLERİ (Koyunların cebine girmeyen paralar)
IOC, yayın hakları dışında kalan sponsorluk gelirlerini 2 şekilde elde ediyor. IOC, uluslararası sponsorlukları kapsayan dört yıllık bir programdan ve organizasyonu düzenleyen ülkenin olimpiyat komitesi tarafından verilen yerel sponsorluklardan faydalanıyor.

IOC ilk kısımdaki uluslararası sponsorluk paketlerini dört yıllık paketler halinde satıyor. Sponsor olan firmalar, dört yılda bir kış, bir de yaz olimpiyatının uluslararası ortağı oluyor.

Bu sponsorluk gelirlerinde de televizyon yayınların daha geniş kitlelere ulaşması ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak önemli artışlar meydana geldi.

Uluslararası sponsorluk programının gelirlerinin yaklaşık yüzde 8'i IOC'ye veriliyor ve kalan kısım yine evsahipliği yapan kentin organizasyon komitesi, diğer ülkelerin olimpiyat komiteleri ve uluslararası federasyonlar arasında paylaştırılıyor.

Olimpiyatlara evsahipliği yapacak ülke, bilet satışı ve lisanslı ürünlerden de önemli miktarda gelir sağlıyor. Tüm bu gelirler oyunların masraflarının önemli bir bölümünü karşılayabiliyor.

SON 2 OLİMPİYATTA MALİYETLER
Çin, Pekin 2008 için 38 milyar dolardan fazla harcama yaparak başkent Pekin'i oyunlara hazırladı. Oyunları izlemek için kente gelen turistlerin, yaklaşık 5 milyar dolarlık harcama yaptıkları tahmin ediliyor. (38 yatırıp karşılığında 5 alınca buna zarar etmek denmiyormuydu?)

Pekin'deki olimpiyatlarda, lisanslı ürünler için 800 satış noktası oluşturuldu ve internet sitesinde 5 bin çeşit ürün satışa sunuldu. (Sunuldular, ancak sadece %17 si satıldı ve %4 ü iade edildi)

Atina 2004'te ise oyunların maliyetinin 4,5 milyar Avro olması planlanmış, ancak maliyet 9 milyar avroya ulaşmıştı.

2012 LONDRA'DA DURUM
Daha önce 1908 ve 1948 yıllarında yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapan Londra, 27 Temmuz 2012'deki açılış töreniyle başlayacak oyunların hazırlıklarını büyük ölçüde tamamladı.

Yetkililer, biletlerin neredeyse tamamının tükendiğini bildirdi. Bilet temini için 2 milyon kişiden toplam 23 milyon talep geldiğini aktaran organizatörler, bu durumun diğer olimpiyatlarla karşılaştırıldığında çok yüksek bir oran olduğunu belirtti.

Londra'da oyunlar boyunca her gün 12 bin polis güvenliği sağlamak için görev yapacak. Ulaşımda ise büyük bir rahatlık sağlayacak metro ağının aksamaması için çalışmalar devam ediyor. Oyunlarda gönüllü olarak çalışmak için 250 bin kişi başvuruda bulundu.

Olimpiyatlar için 15 milyar sterlinlik bütçe ayıran İngiltere, Londra'nın doğusundaki 2 kilometrekarelik alanı oyunlar için hazırladı.

Londra'nın önemli merkezleri de oyunlarda kullanılacak. Yenilenen Wembley Stadı futbol finallerine, Wimbledon kortları tenis maçlarına, Hyde Park maraton ve triatlon, Regent's Park da softball ve baseball mücadelelerine ev sahipliği yapacak.

MADDİ GELİR DIŞINDAKİ KATKILAR (Önce girecek borunun ebadı anlatılıyor, sonrada tüm bunların nasılda değeceğine değiniliyor!)
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Genel Sekreteri Neşe Gündoğan, AA muhabirine, daha önce ''Olimpiyat Oyunlarının Ülke ve Kente Olan Katkıları'' isimli bir makale hazırladığını belirterek, ''Dünyanın en büyük ve popüler organizasyonu olan olimpiyat oyunlarını organize etmek, ülke ekonomisine, tanıtımına, ihracatına, yatırımlarına, turizmine, sporuna, gençliğe ve ülkenin imaj ve prestijine ne gibi katkılar getireceğinin bilincinde olan kentler ve ülkeler arasında, olimpiyat oyunlarını almak için büyük bir mücadele devam etmektedir. Mücadelenin erken başlamasının nedeni ise oyunların son yıllarda alınan bir kararla, kentlere 7 yıl öncesinden verilmesidir'' dedi.

Olimpiyat oyunları düzenlemenin her yönüyle nasıl bir kar getirdiğinin 1984 Los Angeles Olimpiyat Oyunları'nın sonunda ortaya çıktığını anlatan Gündoğan, ''Tüm masraflar çıkarıldıktan sonra kente 250 milyon dolar gelir kalması ve oyunların Güney California ekonomisine yaklaşık 3.29 milyar dolarlık bir katkıda bulunması durumu açıkça ortaya koymuştur. Bunun üzerine 1992 Olimpiyat Oyunları için o dönemde rekor sayılabilecek sayıda 6 kent birden aday olmuştur'' diye konuştu.

GÜNEY KORE'NİN İMAJI GÜÇLENDİ, SPORTİF BAŞARISI ARTTI
Neşe Gündoğan, 1988 Seul Olimpiyat Oyunları'ndan 3 ay önce ve sonra yapılan uluslararası kamuoyu araştırmasında yer alan ''Güney Kore sanayi mallarına ne kadar güveniyorsunuz?'' sorusuna verilen cevabın oyunlar sonrasında yüzde 35'lik artış göstermesinin, olimpiyatların ülkenin imajı yanında diğer alanlarda yaptığı olumlu etkiyi en iyi şekilde açıkladığını söyledi.

Diğer yandan oyunların, Güney Kore'de sporun gelişmesine de büyük katkıda bulunduğunu ifade eden Gündoğan, şöyle devam etti:

''Güney Kore ilk kez katıldığı 1948 oyunlarından 1988 oyunlarına kadar olan olimpiyat tarihinde toplam 66 madalya kazanmış. Kendi ülkelerinde düzenlenen bu oyunlardan 12 altın, 10 gümüş ve 11 bronz olmak üzere toplam 33 madalya kazanan Güney Koreli sporcular, büyük başarı göstermiş ve oyunlar sonunda madalya sıralamasında 4. sırayı almıştır.''

EV SAHİBİ BARCELONA ADETA BAŞTAN YARATILDI
Olimpiyat oyunları organize etmek için resmen 3 kez aday olup kaybetmesine rağmen yılmayan ve sonunda 1992 Olimpiyat Oyunları'nın ev sahipliğini alan İspanya'nın Barcelona kentinin, oyunlardan önce altyapı problemleri ve spor tesisi eksikleri bulunan bir kent olarak değerlendirilmekte olduğuna dikkati çeken Gündoğan, şu bilgileri verdi:

''İspanyollar 1992 oyunlarını organize etmek hakkını elde ettikleri 1986 yılından 1992 yılına kadar geçen 6 yıllık hazırlık süresi içinde kentin tüm alt yapı problemlerini çözmenin yanı sıra inşaa ettikleri yeni yollar, köprüler, parklar, oteller ve spor tesisleri ile Barcelona kentini yeniden yapılandırmışlardır. 1991 yılının ortalarına gelindiğinde Barcelona, Avrupa'daki en gelişmiş ve yaşanılabilir kentler arasında 8.sıraya yükselmiştir. Ayrıca Barcelona Olimpiyat Oyunları 1986-1992 yılları arasında 326.301 ek istihdam yaratarak işsizlik oranının da büyük bir düşüş göstermesine yol açmıştır.''

EV SAHİBİ OLMAK İSPANYOL SPORCULARA DA YARADI
Yaklaşık 88 yıllık olimpiyat tarihleri boyunca 4 altın, 13 gümüş ve 9 bronz olmak üzere toplam 26 madalya kazanan İspanyol sporcuların, 1992'de 13 altın, 7 gümüş ve 2 bronz olmak üzere toplam 22 madalya kazanarak inanılmaz bir başarı sergilediklerini kaydeden Gündoğan, ''Paralimpik oyunlarında büyük başarı gösteren İspanyol sporcular, 107 madalya kazanmışlardır. Bugün İspanyol sporcular dünyada çeşitli spor dallarında büyük başarılar elde ederken, Barcelona halkı da spor yapabilmek için en iyi tesislere kavuşmuştur. Günümüzde Barcelona'nın olimpik tesisleri her gün düzenli olarak yaklaşık 50 bin kişi tarafından kullanılırken, her yıl 300 bin kişi de Barcelona sokaklarında halk için gerçekleştirilen (herkes için spor) aktivitelerine katılmaktadır'' ifadelerini kullandı.


Aldınızmı gazı??? Yürüyün o zaman.....